Perşembe 23 Ekim 2025 - 15:21
İlmî Yenilik ve Siyasi Düşünce, Âllâme Nâinî’nin İki Belirgin Özelliğidir

Havza / İslam İnkılabı Rehberi Ayetullah el-Uzma Hamaney’in, bu sabah Kum’da düzenlenen Allâme Mirza Nâinî (r.a) Uluslararası Sempozyumu’nun düzenleyicileriyle yaptığı görüşmede dile getirdiği konuşma yayımlandı.

Havza Haber Ajansı’nın bildirdiğine göre Ayetullah el-Uzma Hamaney bu görüşmede Allâme Nâinî’yi Necef’in köklü ilmî havzasının yüce ilmî ve manevî sütunlarından biri olarak nitelendirdi ve onun şahsiyetinin yönlerini açıklarken şöyle buyurdu: “Uzmanlık açısından merhum Nâinî’nin öne çıkan özelliği, usûl ilminde düşünsel ve ilmî bir düzen temelinde yapı kurucu bir yaklaşım sergilemesi ve bu alandaki güçlü ve çok sayıda yenilikleridir.”

İnkılap Rehberi, seçkin talebeler yetiştirmesini de Allâme Nâinî’nin diğer önemli özelliklerinden biri olarak belirterek şunları vurguladı: “Onu diğer müçtehitler arasında istisnai bir şahsiyet kılan bir başka belirgin özellik de siyasi düşünceye sahip olmasıdır; bu da onun kıymetli fakat yeterince tanınmamış eseri Tenbîhu’l-Ümme’de yansımaktadır.

Ayetullah el-Uzma Hamaney, istikbara (diktatörlüğe) karşı velayet esasına dayalı bir İslâmî hükümetin kurulması inancını, Allâme Nâinî’nin siyasi düşüncesinin temel sütunlarından biri olarak nitelendirdi ve şöyle ekledi: “Merhum Nâinî’nin siyasi düşüncesine göre hükümet ve tüm yöneticiler ulusal denetime tabi ve millete karşı sorumlu olmalıdır. Bunun gereği olarak da denetim ve yasama görevini yerine getirmek üzere seçim yoluyla oluşturulan bir Meclis-i Me‘bûsân (millet meclisi) bulunmalıdır. Ancak bu meclisin çıkardığı yasaların geçerliliği de seçkin fakihlerin ve din âlimlerinin onayına bağlıdır.”

Ayetullah el-Uzma Hamaney, Allâme Nâinî’nin öngördüğü bu çerçevenin yani İslâmî ve halk temelli bir yönetimin, bugünkü ifadeyle “İslâm Cumhuriyeti” anlamına geldiğini belirtti. Ayrıca Mirza Nâinî’nin “Tenbîhu’l-Ümme” adlı kitabını bizzat kendisinin neden toplattığına da değinerek şöyle buyurdu: “Allâme Nâinî ve Necef âlimlerinin desteklediği “Meşrutiyet”, gerçekte adaletin tesisi ve istibdadın ortadan kaldırılmasına yönelik bir yönetimi desteklemekti. Bu, İngilizlerin İran’da “meşrutiyet” adı altında kurduğu düzenle —ki o düzen, bölünmelere ve merhum Şeyh Fazlullah Nûrî’nin idamı gibi olaylara yol açtı— tamamen farklıydı.”

Bu görüşmede İlim Havzaları Müdürü Ayetullah Ârafî de Allâme Nâinî’yi anmak üzere düzenlenen Uluslararası Sempozyumun program ve faaliyetlerine dair bir rapor sundu.

Bu rapora göre, Aziz Rehber’in konuşmasının tam metni şu şekildedir:

Bismillahirrahmânirrahîm (1)

Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm, Efendimiz Muhammed’e ve tertemiz Ehlibeyt’ine —özellikle de yeryüzünde Allah’ın hücceti olan İmam-ı Zaman’a (a.f)— olsun.

Kum İlim Havzası’nın en güzel çalışmalarından biri, gerçekten de yeri uzun zamandır doldurulmayan bu anma etkinliğidir. Merhum Ayetullah Nâinî bir dönem Necef’in havasını kendi düşünce ve fikirleriyle doldurmuştu. Ancak zamanla ilmî ve fikrî faaliyet alanından neredeyse tamamen uzak kalmış, şöhreti ve ilmî etkisi üzerine pek az durulmuştur. Elbette bizler Kum’daki büyük âlimlerin ona saygı gösterdiğini görmüştük. Onun öğrencileri de zaten Necef’te büyük merciler arasındaydı. Fakat bizzat merhum Nâinî’nin —Allah ona rahmet etsin— o kendine has özellikleriyle ele alınmasına yeterince önem verilmemişti.

Şimdi siz bu konuyla ilgileniyorsunuz; inşallah onun ilmî, amelî ve siyasî boyutları net bir şekilde ortaya konur.

Merhum Ayetullah Nâinî, kuşkusuz Necef’in kadim ilim havzasının en yüce sütunlarından biridir.

Yaklaşık bin yıllık geçmişi olan Necef Havzası, tarih boyunca iniş çıkışlar yaşamıştır. Bazı dönemlerde orada çok büyük âlimler bulunmuş, bazı zamanlarda ise sessiz dönemler yaşanmış ve Hille gibi diğer bölgeler öne çıkmıştır. Ancak yaklaşık iki yüz yıl önce, merhum Ayetullah Bâkır Behbehânî’nin talebeleri olan merhum Bahrülulûm ve merhum Kâşifü’l-Ğıtâ gibi büyük âlimlerin Necef’e yerleşmeleriyle, havza yeniden ilmî bir canlılık kazanmıştır.

O dönemde Necef Havzası, fıkıh ve usûl ilminin tarihinde eşi benzeri az bulunan büyük şahsiyetler yetiştirmiştir; örneğin Şeyh Ensârî, Sâhibu’l-Cevâhir (2) (Cevahir’in sahibi) ve merhum Âhûnd (3) Horasânî (Allah’ın rahmeti üzerlerine olsun) gibi.

Merhum Ayetullah Nâinî de bu seçkin şahsiyetler silsilesinin bir halkasıdır; yani o dönemin önde gelen, seçkin ve istisnai âlimlerinden biridir.

Onun uzmanlık alanındaki en önemli özelliği, yani fıkıh ve özellikle de usûl ilmindeki yönü, şekil kazandırmasıdır (yapı kuruculuktur).

Yani o, usûlün temellerini yeni bir yapı, yeni bir düşünce tarzı, yeni bir düzen içinde ele almış ve her konuyu belirli bir giriş ve hazırlık çerçevesinde ortaya koymuştur.

Bu özellik önceki fakihlerin ve usûlcülerin kitaplarında pek az görülür. Benim hatırladığım kadarıyla herhangi birinin konulara bu kadar düzenli ve sistemli bir biçimde yaklaştığını görmedim. Mesela hangi meseleye girerse o konuyu belirli bir sıra, mantık ve tertip içinde ele alır, sonra da konuyu tamamen ve tertemiz bir şekilde sonuca ulaştırır.

Belki de Necef’te merhum Âhûnd’un vefatından sonraki en üst düzey ders halkasının onun dersi olmasının ve talebelerin, fazılların dersine yoğun ilgi göstermesinin sebeplerinden biri işte bu düşünce düzeni, ilmî düzeni ve akıcı, güçlü anlatım tarzıdır.

Dikkat çekicidir ki o Necef’te usûl dersini Farsça anlatıyordu —ki Necef ortamında dersler genellikle Arapça yapılır— ama buna rağmen derslerinde çok sayıda Arap talebe de hazır bulunuyordu.

Ben şahsen onu görme fırsatı bulmadım, ama duydum ki merhum Şeyh Hüseyin Hillî (rahmetullahi aleyh), tam bir Arap olmasına rağmen usûl dersini Farsça anlatıyormuş; çünkü dersini hocasından bu dille dinlemişti!

Yani Allame Nâinî’de böylesine parlak bir zihin ve eşsiz bir anlatım gücü vardı.

Gerçekten de onun usûlün temel konularındaki yenilikleri olağanüstüdür, hem de çok sayıda.

Allame Nâinî’nin usûlün çeşitli meselelerindeki yeniliklerinin sayısı nicelik bakımından son derece fazladır. Hem merhum Şeyh Ensârî’nin görüşlerini açıklama ve derinleştirmede getirdiği tahliller, hem de bizzat kendi özgün görüşleri, ilmî araştırmalara fazlasıyla değer taşır. Bu birinci noktadır.

Bana göre merhum Nâinî’nin bir diğer önemli özelliği, talebe yetiştirme gücüdür.

Ben doğrusu bu kadar güçlü bir örneğe pek az rastladım. Yakın dönemin tanınmış âlimlerinden olan merhum Âhûnd Horasânî’nin çok sayıda öğrencisi vardı; hem sayıca fazla, hem de nitelik bakımından seçkin talebelerdi.

Merhum Nâinî de aynı şekildeydi —onun da seçkin öğrencileri çoktu. Yani “nitelikli talebe yetiştirmek” onun önemli özelliklerinden biriydi.

Benim hatırımda kalan 1957 civarındaki yıllarda, o dönem Necef’te bulunan tüm mercilerin neredeyse tamamı onun talebeleriydi; bunlar arasında Ayetullah Hoyî (4), merhum Ayetullah Hekîm (5), merhum Seyyid Abdulhâdî (6) ve o dönemin diğer büyükleri vardı: merhum Mirza Bâkır Zencânî, Şeyh Hüseyin Hillî, merhum Mirza Hasan Bocnûrdî ve diğerleri…

Bu büyük ve seçkin şahsiyetlerin hepsi Allame Nâinî’nin talebelerindendi.

Elbette bazılarının ilmî isnatlarında başka büyüklerin isimleri de zikredilirdi; örneğin merhum Ayetullah Hekîm, merhum Ziyâuddîn Irâkî’nin seçkin öğrencilerinden biri olarak da anılırdı.

Ama genel olarak bu büyükler, merciler ve şahsiyetler merhum Ayetullah Nâinî’nin öğrencileriydi.

İşte çok sayıda seçkin öğrenci yetiştirmesi, onun ayırt edici özelliklerinden bir diğeridir.

Bu söylediklerimiz, onun ilmî yönüyle ilgili kısa bir açıklamaydı.

Bununla birlikte onun şahsiyetinde öyle bir istisnaî yön vardır ki son dönem müçtehitlerimizin hiçbirinde —hatta geçmiş âlimler arasında da benim hatırladığım kadarıyla— bu yön bulunmamaktadır; o da siyasî mesele, yani siyasî düşünce meselesidir.

Siyasî düşünce, siyasî eğilimden farklı bir şeydir.

Bazı âlimlerin siyasî eğilimleri vardı. Örneğin merhum Âhûnd Horasânî, merhum Şeyh Abdullah Mâzenderânî ve o dönemin diğer âlimleri, siyasî eğilime sahiptiler.

O zamanlar hatta talebeler arasında da siyasî eğilim görülürdü. Bunun nedeni Mısır ve Şam gazetelerinin Necef’e ulaşmasıydı. Bu gazeteler Seyyid Cemal, Muhammed Abduh ve benzeri isimlerin etkisi altındaydı ve yeni fikirler ortaya koyuyorlardı.

Merhum Necefî Kuçânî, hatıralarında bu durumu anlatır; oradan da anlaşılıyor ki o dönemde Necef’te siyasî eğilime sahip birçok talebe vardı. Âlimler arasında da siyasî eğilim taşıyanlar bulunuyordu. Fakat siyasî eğilim, siyasî ilgi veya siyasî konuşmalar başka şeydir; siyasî düşünce ise bambaşka bir meseledir.

Ayetullah Nâinî, siyasî düşünceye sahipti; siyasî bir zihniyet, sistematik bir siyaset fikri vardı.

Onun eseri “Tenbîhu’l-Ümme” gerçekten mazlum (göz ardı edilmiş) kalmıştır.

Allah merhum Ayetullah Tâleganî’ye rahmet etsin; o, bu kitabı yeniden yayımladı. Yoksa bu eserin önceki baskısı —ki duyduğumuza göre toplanmıştı— çok zayıf, düşük nitelikli bir baskı (7) idi.

Merhum Tâleganî kitabı yeniden bastı, dipnotlar ve açıklamalar ekledi, bazı düzenlemeler yaptı. Ancak buna rağmen bu kitap hâlâ hak ettiği ilgiyi görmemektedir, oysa son derece önemli bir eserdir.

Şimdi ben, onun bu kitapta ele aldığı konularla ilgili olarak kısa bir açıklama yapmak istiyorum.

Öncelikle o İslâmî bir hükümetin kurulması gerektiğine inanıyordu.

Bu, başlı başına bir fikirdir: İslâmî bir hükümet kurulmalıdır.

Gerçi Allame Nâinî, bu hükümetin biçimini açıkça belirlememiştir; ancak İslâmî bir yönetimin kurulmasının zorunluluğunu Tenbîhu’l-Ümme’de açık bir şekilde ifade etmiştir.

Bu, oldukça önemli bir noktadır.

İkinci olarak, bu İslâmî yönetimin ana eksenini “velayet” ilkesi oluşturmaktadır.

O, bunu “hükûmet-i velâyetiyye” (velayete dayalı yönetim) şeklinde adlandırır; bu kavramı “istikbârî mülkiyet” anlayışına karşılık olarak kullanır.

Benim hatırladığıma göre o, istibdat ve malikiyyet esaslı yönetimin karşısına velayet esaslı, İslâmî bir yönetim anlayışını koymuştur.

Yani bu bakışa göre yönetimin şekli ve özü velayettir.

Bu, son derece önemli bir meseledir ve üzerinde çok söz söylenebilir bir konudur.

O bunu açıkça ifade etmiştir.

İşte bu da bir sonraki önemli noktadır.

Bir diğer son derece önemli nokta, “milli denetim” (nezârat-ı mellî) meselesidir. Allame Nâinî, devletin mutlaka denetim altında olması gerektiğine inanır. Ona göre bütün yöneticiler sorumludur ve denetlenmelidir.

Peki bu denetimi kim yapacaktır? Onun ifadesiyle, “Meclis-i Mebusân” yani yasama organı. Muhtemelen bu, bizim Meclis-i Şûrâ’ya (yasama meclisi) denk düşmektedir.

Meclis-i Mebusân’ı kim oluşturur? Halk. Yani insanlar gidip seçim yaparlar, böylece Meclis-i Mebusân oluşur. Bu meclis yasalar çıkarır; ancak Allame Nâinî’ye göre bu yasalar, din âlimleri ve İslam fakihleri tarafından onaylanmadıkça geçerli değildir.

Başka bir deyişle, bu anlayış bugünkü Şûrâ-yı Nigâhbân’a (Anayasa Koruma Konseyi) benzer bir yapıyı öngörür. Allame Nâinî açıkça der ki: “Meclis-i Mebusân’ın çıkardığı kanun, din âlimlerinin onayı olmadan geçerli değildir.”

Meclis-i Mebusân halk tarafından seçilmelidir. Allame Nâinî, halkın seçimlere katılmasını ‘vâcip’ (dini yükümlülük) olarak görür. Bunu da “vâcibin mukaddimesi” (yani zorunlu bir görevin ön hazırlığı) olarak açıklar. Dolayısıyla seçim, bir dinî sorumluluk hâline gelir.

Ayrıca emr bi’l-ma‘rûf ve nehy ani’l-münker (iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak), hesap sorma (muhasebe) ve tam sorumluluk bilinci gibi kavramlara da dayanır.

Sonuçta Allame Nâinî’nin siyasi düşüncesinde çizdiği hükümet modeli şöyle özetlenebilir:

              •            Bir hükümet vardır, yani bir otorite mevcuttur.

              •            Bu otorite halktan kaynaklanır (halk seçimle belirler).

              •            Hükümetin yapısı ve yasaları İslami ilkelerle uyumlu olmak zorundadır.

Bu da bugünkü tabirle “İslamî Cumhuriyet” anlayışına karşılık gelir.

“Cumhuriyet” halkın yönetime katılımını, “İslamî” ise bu yönetimin dini temellere dayandığını ifade eder.

Allame Nâinî bu ifadeleri doğrudan kullanmaz; fakat düşüncesinin özü tam olarak budur:

Dindar, dürüst ve salih insanların halk tarafından seçildiği; halkın sıkı denetiminde işleyen; yöneticilerin hesap vermekle yükümlü olduğu; yasaların da ancak din âlimlerinin onayıyla geçerli sayıldığı bir İslamî ve halk temelli yönetim.

Bu, onun düşüncesinde gerçekten çok önemli bir meseledir.

Biz bugün büyük bir konuma sahip olan Allame Nâinî’nin ders notlarını okuyor, onlardan faydalanıyor, ders veriyor, onlardan öğreniyoruz; ancak onun fıkhî temellerine yeterince dikkat etmiyoruz.

Oysa ilginç olan şu ki Allame Nâinî söz ustalığı yapmaz, tam anlamıyla fıkıh temelli bir tartışma yürütür. Yani burada anlattığımız bütün konuları, bir fakihin üslubuyla, fıkhî ilkelerle temellendirir, delillerle ispat eder. Hem nasların (dini metinlerin) delaletini hem de örfî/mantıkî boyutları dikkate alır; tıpkı klasik fıkıhta olduğu gibi, aynı titizlikle bu meseleleri ele alır.

Bana göre bu gerçekten istisnai bir durumdur. Bizim âlimlerimiz arasında onun gibi olan birini neredeyse bulamayız.

Merhum Âhûnd Horasânî de bu kitaba takriz (övgü yazısı) yazmıştır ve bu yazı, tam bir onay ve destek niteliğindedir. Merhum Âhûnd da sıradan biri değildir; o da bu kitabı okumuş, ondan faydalanmıştır.

Bize göre “Tenbîhü’l-Ümme” son derece önemli bir eserdir.

Bundan sonrası ise kitabın neden toplandığı meselesine gelir. Görünüşe göre kitap gerçekten toplatılmıştır. Biz bunu sadece söylentilerden değil, babamın (8) yakın dostları olan bazı Necefli âlimlerden de duymuştuk; onlar anlatırdı ki Allame Nâinî bu kitabı ortadan kaldırmak için büyük çaba göstermiş. Kimde varsa ondan satın alarak toplamaya çalışmış.

Peki neden?

Birinin “Bu kadar güçlü bir fakih, böyle derin bir eser yazdıktan sonra fikrini tamamen değiştirip kitabını toplattı” diye düşünmesi, son derece safça bir düşüncedir.

Evet, fakihlerin görüşleri zamanla değişebilir; bu normaldir. Ama bir kitabı tamamen toplatmak, başka bir sebebe dayanır.

Sebep şudur: Necef’te yansıyan “Meşrutiyet” hareketi, aslında orada sanıldığı gibi bir şey değildi. Merhum Âhûnd Horasânî, Âhûnd Abdullah Mâzandarânî ve bazı diğer âlimler bütün itibarlarını bu harekete harcadılar; fakat onların kastettiği “meşrutiyet” adalet temelli bir yönetim, istibdada (despotizme) karşı bir mücadele, yani adalet hükümeti idi.

“Meşrutiyet” kavramını ve bu kavrama uygun siyasi modeli ise İngilizler ortaya attılar.

İsmi de biçimi de İngilizlerin eseriydi.

İngilizlerin elinden çıkan bir işin nereye varacağı bellidir: iç çekişmelere, bölünmelere, ihanetlere.

Sonunda da sonuç şu oldu: Şeyh Fazlullah Nuri idam edildi, Seyyid Abdullah Behbehânî suikasta uğradı, Settar Han ve Bâkır Han gibi kahramanlar da farklı biçimlerde ortadan kaldırıldılar.

İşte bu gelişmeler Necef’e yansıdığında o zamana kadar bu harekete destek veren âlimler, pişman oldular.

Bana göre Allame Nâinî de o aşamada bu pişmanlık noktasına geldi.

Çünkü gördü ki ilim ve fıkıh temeliyle kaleme aldığı kitabı, gerçekte hiç de onaylamadığı bir siyasi yönelişe hizmet etmiş.

Yani İngilizlerin İran’da kurduğu meşrutiyet düzenine.

O meclis, o sistem, o olaylar — ve özellikle Şeyh Fazlullah Nuri’nin şehadeti gibi acı sonuçlar — onu derinden etkiledi.

Dolayısıyla kitabını toplatma girişimi bu pişmanlığın bir sonucuydu.

Bana göre o istisnai bir fakih, büyük bir âlimdir.

Bilimsel açıdan son derece yüksek bir seviyeye sahiptir.

Pratik yönüyle ise daha önce de belirtildiği gibi, onun marifetî meseleleri, zühd halleri ve benzeri konular da dile getirilmiştir.

Duydum ki merhum Âhûnd Mollâ Hüseyingoli ile de ilişkileri olmuş; Samerra’dan Necef’e geldiğinde, merhum Âhûnd’un yanına gidermiş.

Ayrıca merhum Mollâ Fethelî ile de kendi Samerra döneminde bir ilişkisi olmuş; bu başka bir tarzda bir iletişimdir. Her hâlükârda, o büyük âlimlerle bu şekilde irtibat kurmuştur.

İsfahan’da bulunduğu sırada da merhum Cihangir Han ve benzeri kişilerle ilişkileri olmuştur.

Anlatıldığına göre Cihangir Han’ın yanında ders almış, yani felsefe ve benzeri alanlarda da bilgisi var; manevî yönü de güçlüdür.

Birkaç gün önce bazı büyüklerin sözlerinden bir şey duydum: Allame Nâinî’nin gece namazı (salât-ı teheccüd) olağanüstüydü.

Bunu merhum Necefî - Hamedan’da yaşayan onun damadı- anlatıyor; ailesi içinde gözlemlemiş.

Allame Nâinî’nin gece namazındaki hâli —ne derece tefekkür, içten yakarış ve samimiyetle yaptığı— çok etkileyici imiş.

İşte bu tür özellikler doğru yolu bulmaya, o yolda ilerlemeye ve istenilen sonuçlara ulaşmaya yardımcı olur.

Umarız ki inşallah sizin bu çok ilgi çekici toplantınız, hem Kum’da, hem Necef’te, hem de Meşhed’de başarılı bir şekilde gerçekleşir.

Meşhed’de de iyi bir çalışma yaptınız.

Merhum Ayetullah Milânî, doğrusu Allame Nâinî’nin adını Meşhed’de yeniden yaşattı.

Çünkü Meşhed’de daha çok hâkim olan düşünce, merhum Agâzâde’nin (merhum Âhûnd’un oğlu) etkisiyle Âhûnd’un fikirleriydi.

Tabii ki daha sonra merhum Mîrza Mehdi İsfahânî -ki merhum Mirzâ Nâinî’nin seçkin öğrencilerindendir- Meşhed’e gelir ve o dönemin Âhûnd etkili ortamını, Allame Nâinî’nin yeni fikirleri, yeni görüşleri ve taze argümanlarıyla değiştirir.

Merhum babam yıllarca hem Âgâzâde’nin derslerini, hem de merhum Mîrza Mehdi’nin derslerini takip etmişlerdir.

Ona göre Mîrza Mehdi Meşhed’e geldiğinde, Meşhed’de hâkim olan usûlî ortam ve Âhûnd’un görüşleri tamamen değişmiş, yeni bir entelektüel iklim oluşmuş.

Ancak Mîrza Mehdi’den sonra Allame Nâinî’nin adı pek anılmaz olmuş.

Ayetullah Milânî, Allame Nâinî’nin görüşlerini aktarır, tartışır, bazen eleştirir, çoğunlukla ise onaylardı. Her hâlükârda Meşhed’de de bir şube açmanız güzel oldu, Necef zaten biliniyor.

Umarız ki Allah Teâlâ sizleri muvaffak ve başarılı kılsın.

Ve’s-selâmü aleykum ve rahmetullahi ve berekâtuh.

(1) Bu görüşmenin başında, Hüccet’ül-İslâm vel Müslimîn Alî Rıza Ârafî (İlim Havzaları Müdürü) bir rapor sundu.

(2) Âyetullah Şeyh Muhammed Hasan Necefî (“Cevâherü’l-Kelâm” kitabının yazarı)

(3) Âyetullah Mollâ Muhammed Kazım Horasânî (“Âhûnd Horasânî” olarak bilinir)

(4) Âyetullah Seyyid Abû’l-Kasım Hûvî

(5) Âyetullah Seyyid Muhsen Hakîm

(6) Âyetullah Seyyid Abdulhâdî Şirâzî

(7) Zayıf, değersiz, önemsiz

(8) Âyetullah Seyyid Cevad Hüseynî Hamaney

Ekler

yorumunuz

You are replying to: .
captcha