Havza Haber Ajansı’na göre merhum Allâme Misbah Yezdî, bir ahlak dersinde “Ebedî hayat ve ahiretin gerçeğini gafletle unutmamız” konusuna değinmiştir, bu ders siz değerli okurlara sunulmaktadır.
Ebedî hayat; hiç sona ermeyen nimetlerle dolu bir yaşam, kuruması mümkün olmayan bir ağaç, asla yaşlanmayan bir eş gibidir.
Çoğu insan, başta bunun mümkün olabileceğine hiç dikkat etmez; akıllarından dahi geçmez. Konu özetle şöyledir: Âlimler ve peygamberler gelir, bunu açıklar, deliller sunar ve ortaya çıkar ki söyledikleri doğrudur, yalan değildir.
Şimdi, Kur’an’da yer alan her şeyin doğru olduğunu kabul ettik. Cehennemin azabına dair bazı ayetleri de hatırlatabiliriz. Peki, pratikte ne oluyor?
Kaçırdığımız fırsatları dünya için feda ettiğimizde, bunun karşılığında ne kazanıyoruz?
İşte burada farkında olmayan halkın işleri, bizim işimizden daha mazur görülebilir; çünkü onlar bilmeden hareket etmişlerdir. Biz ise, bilgi sahibi olmamıza rağmen gaflet içinde olursak, sorumluluğumuz çok daha büyüktür.
Ama ben, Kur’an’ı defalarca okudum, yıllarca tefsir dersleri verdim, birkaç kitap ve makale yazdım. Buna rağmen, pratikte hâlâ, işitmemiş ve inanmamış çocuklar gibi davranıyorum.
Ömrümüzün sadece bir saatini ebedî ve sonsuz bir sevap için harcayabilirdim; bin kat, iki bin kat değil—sadece bir saatimi sonsuz bir ödüle, ebedî ve kalıcı bir nimete çevirebilirdim.
Peki bunu verdim, karşılığında ne aldım?
Bu lezzetli yiyecekler mi? Birkaç dakikalık cinsel hazlar mı? Bu, çocukça davranmak değil mi?
“De ki: En çok zarara uğrayanların kimler olduğunu size haber verelim mi?” (Kehf 103) Ne garip bir ifade!
“…Onların çabası dünya hayatında boşa gitmiştir; oysa onlar işlerinin iyi olduğunu sanırlar.” (el-Kehf 104)
Biz kendimizi peygamberler gibi sanarız ama kalbimizin derinlikleri, kafirlerin kalbiyle çok da farklı değildir. Onlar dünyayı sever ve ahiret menfaatlerinden vazgeçerler; biz de bazen aynısını yapıyoruz. Görmüyor muyuz?
İnşallah sizlerin arasında böyle olan yoktur; ama çoğu zaman ebedî ahireti, bir anlık haz için feda ediyoruz. Bazen bir hayal, bazen bir el öpme, bazen “Allâme” veya “Âyetullah” unvanı uğruna.
Kur’an, çok veciz bir biçimde insanları iki sınıfa ayırıyor (üçüncüsü de var ama onu burada zikretmiyorum):
“Kim aceleci davranıp dünyayı isterse, dilediğimizi ona veririz; sonra ise onu kınanmış ve kovulmuş olarak cehenneme atarız.” (İsrâ 19)
Bir grup insan da vardır ki: “Kim ahireti ister ve onun için çaba gösterirse ve iman ederse, işte onların çabası takdir edilmiştir.” (Kehf 30)
Ben kendi vicdanımın hâkimi olmalıyım; hangi grupta olduğumu bilmeliyim: Bu grupta mıyım, yoksa diğerinde mi?
Sabah uyandığımda, aklımdan geçen “dünya hayatını ve süsünü mü istiyorum?” yoksa “ahiret için mi yaşıyorum?” Bu soruyu kendime sormalıyım: Ben kimim, görevim nedir?
Kendi düşüncemi sorguluyorum; siz de yarın sabah uyanınca dikkat edin: Aklınıza gelen ilk düşünce hangisi?
Bu dünyada mümin, diğer insanlarla ortaktır: çalışır, ücret alır, yemek yer, doyar, çaba gösterir, eş edinir, çocuk sahibi olur.
Mümin ile kâfirin dünyadaki tabiatı arasında bir fark yoktur:
“Onlara işledikleri amelleri tam olarak veririz; orada hiçbir şekilde eksik bırakmayız.” (Hud 15)
Peki ya sonrasında ne olur?
“İşte onlar, ahirette kendileri için ateşten başka hiçbir şeyleri olmayan kimselerdir; (dünyada) yaptıkları da boşa gitmiştir; yapmakta oldukları şeyler (zaten) bâtıldır.” (Hud 16)
Yani dünya hayatındaki tüm çabalar boşa gider, ancak ahireti isteyenler için çaba takdir edilir ve boşa gitmez.
yorumunuz