Cumartesi 27 Aralık 2025 - 17:16
Ayetullah Milani, Meşhed İlim Havzası’nın İhya Edicisiydi

Havza / İslam İnkılabı Rehberi, merhum Ayetullah Milani’yi “manevî, ahlâkî, ilmî ve toplumsal-siyasal” yönleri bakımından çok yönlü bir şahsiyet olarak nitelendirdi ve şu vurguda bulundu: “Ayetullah Milani, Meşhed ilim havzasının gerçekten ihya edicisiydi ve bu havza, o merhuma borçludur.”

Havza Haber Ajansı’nın Tahran’dan bildirdiğine göre, İslam İnkılabı Rehberi Ayetullah el-Uzma Hamaney’in, Ayetullah el-Uzma Seyyid Muhammed Hâdî Milânî’yi Anma Kongresi’nin düzenleme kurulu üyeleriyle yaptığı görüşmenin konuşma metni şöyledir:

Bismillâhirrahmânirrahîm

Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun; Allah’ın salât ve selâmı, Muhammed’e ve onun tertemiz Ehl-i Beyt’ine, özellikle de yeryüzündeki Allah’ın hücceti olan Bakiyyetullah’a olsun.

Hoş geldiniz muhterem beyefendiler; özellikle Sayın Mervî’ye ve Ayetullah Milânî (Allah’ın rahmeti üzerine olsun) merhumunu anma programının düzenlenmesi için girişimde bulunan diğer beyefendilere derin şükranlarımı sunuyorum. Kendileri Meşhed’de yirmi yıl boyunca ilmî çalışmalar, toplumsal faaliyetler, siyasî çalışmalar ve her türden faaliyeti yürütmüş olmalarına rağmen vefatlarından sonra Meşhed’de kendilerine dair çok fazla bir iz hissedilir değildi. Zaman zaman Meşhed’le ilgili meselelerle karşılaştığımda bunu görüyordum. Oysa bir dönem Meşhed’in merkezi konumundaydılar; yani kendileri ilim havzasının bir zirvesi sayılıyordu. Fakat vefatından sonra adları ve hatıraları daha az anılır olmuştu. Küçük oğulları, merhum Seyyid Muhammed Ali de pek görünür değildi; toplantılarda ve benzeri ortamlarda kendileriyle daha az karşılaşmıştık; anlaşılan o da vefat etmiş. Bu sebeple düzenlediğiniz bu toplantı yerindedir; kendileri hakkında araştırma yapılması, çalışmalar yürütülmesi ve eserlerinin ihya edilmesi çok güzeldir. Kendileri hakkında arz etmek üzere birkaç hususu not aldım.

Öncelikle şahsiyetleri farklı yönlere sahipti ve her bir yönden, her bir açıdan insan birkaç cümle söyleyebilir: Bunlardan biri kendilerinin şahsî yönü, kişilikleri ve ahlâkî ve davranışsal özellikleridir; bir diğeri, ilmî yönleridir ki ilmî konumları hakkında konuşulabilir ve tartışılabilir; bir başka yön, onların seyr-ü sülûk yönüdür — elbette hayattayken biz bunun farkında değildik ve bilgimiz yoktu; daha sonraları öğrendim ki kendileri seyr-ü sülûk, maneviyat ve benzeri alanlarla meşguldüler; tefekkür, riyâzet ve derin düşünce ehliydiler; bunları insan hayattayken anlayamazdı; bu da bir yönüdür — bir diğer yön de toplumsal ve siyasî yönleridir. Bu yönlerin hepsi bakımından kendileri hakkında konuşmak mümkündür; ben de her biriyle ilgili birkaç cümle arz edeceğim.

İlk olarak söz konusu edilen husus, yani kendilerinin bireysel şahsiyeti ve kişisel seyr-ü sülûku bakımından doğrusu Ayetullah Milânî son derece seçkin bir insandı. Öncelikle son derece vakur ve ağırbaşlı bir şekilde hareket eder, konuşur ve adım atardı; bununla birlikte son derece mütevazıydı. Kendilerinde hem tevazu vardı, hem metanet ve vakar vardı, hem de insanda fark edilen bir ruh sükûneti mevcuttu; hatta zor ve sıkıntılı şartlar ortaya çıktığında bile insan onun bu iç huzura sahip olduğunu hissederdi.

Dostluklara vefa ve arkadaşlık bağlarını gözetme konusunda da dikkat çekiciydi; dostlarına önem verirdi. Kendileri bizim merhum babamızla Tebriz’de aynı mektepte okumuşlardı. Ayetullah Milânî Necef’te doğmuştur; babası ise meşhur Şeyh Muhammed Hasan Mâmekânî’nin — Mekâsib üzerine haşiye yazmış olan, kendi döneminin seçkin şahsiyetlerinden ve büyük bir taklit mercii olan; vefat tarihi de zannedersem 1942 ya da 1943 olmalı — damadıydı. Dolayısıyla kendileri Necef’te doğmuştu; ancak babaları Tebriz’e gelmiş ve bir–iki yıl Tebriz’de kalmış, ardından yeniden Necef’e dönmüştü. İşte o bir–iki yıl içinde, mektebe giden bu çocuk merhum babamızla ve Tebriz âlimlerinden bir diğeri olan merhum Seyyid İbrahim Derbâzeî — ki onun oğlu Seyyid Mehdi Derbâzeî Tahran’da yaşıyordu; belki bazılarınız tanırlar — birlikte okumuşlardır. Bu geçmişe binaen, Ayetullah Milânî’nin merhum babamızla özel bir irtibatı vardı. Kendileri defalarca sabahın erken saatlerinde kalkar, oraya gelir ve hatta bazen kahvaltıyı da orada yaparlardı. Bir defasında merhum Seyyid İbrahim Derbâzeî Meşhed’e gelmişti; her üçü birlikte merhum babamızın evinde bir araya gelmişlerdi. Kendileri vefalı bir insandı; eski dostluklara sahip çıkma hususiyeti onda açıkça görülürdü.

Ayetullah Milânî son derece hoş sohbetti; yani insan onunla oturduğunda, meclisi tatlı ve keyifli bir meclis olurdu. İnce bir zevke, şiirsel bir letafete sahipti. Bazı yazılarda ve bana göre kendisiyle doğrudan ilgisi olmayan bazı kitaplarda dahi, onun şiir yazdığını gördüm; elbette Arapça şiir yazmıştı. Şiir ehliydi, zevk sahibiydi ve bu tür yönleri vardı. Yani kendisinde seçkin ve mümtaz bir şahsiyetin bütünlüklü bir tablosu vardı. Ayrıca şu husus da dikkate alınmalıdır ki kendileri Şeyh Muhammed Hasan Mâmekânî’nin torunu ve Ricâl sahibi Mâmekânî’nin damadıydı; yani merhum Şeyh Abdullah Mâmekânî’nin damadıydı. Derslerde bazen dayılarından bahseder ve “merhum dayımız” ifadesini kullanarak ‘Ricâl kitabında şu şekilde demiştir’ diye aktarırdı. Özetle kendileri ilimle yoğrulmuş bir aile ortamında yetişmişti.

Merhum Ayetullah Milânî (Allah’ın rahmeti üzerine olsun) ilmî yönü bakımından şüphesiz kendi döneminde seçkin bir ilmî sima idi; gerçekten büyük bir âlimdi. İlmî istifadesinin büyük kısmını merhum Ayetullah Nâinî’den ve merhum Şeyh Muhammed Hüseyin İsfahânî’den almıştı. Kendisi derslerde onlardan şu şekilde bahsederdi: “Üstat Mirzâ” ve “Üstat Hacı Şeyh”; bu ifadelerle onları anardı. Bununla birlikte fıkhî düşünce ve yaklaşım tarzı, merhum Ayetullah Nâinî’ye daha yakındı. Ben kendilerinin usûl derslerine katılmadığım için usûlde nasıl bir yöntem izlediklerini bilmiyorum; ancak fıkıh derslerinde eğilimleri daha çok merhum Ayetullah Nâinî’ye yakındı ve tartışma tarzı, anlatımı ve çalışma üslubu da merhum Nâinî’nin tarzına benziyordu.

Derste son derece sakin, vakur ve düzgün anlatımlıydı. Buradaki “düzgün anlatım”dan kasıt, aralıksız ve peş peşe konuşmak değildi; aksine kendisi son derece iyi takrir yapan, konuyu açık ve anlaşılır şekilde sunan bir hocaydı. Yani hangi talebe dersini dinlese, gerçekten meseleyi anlardı; dersini bu şekilde işlerdi. Seçkin ve büyük bir müderristi. Gerçekten de Meşhed ilim havzasını o ihya etti. Nitekim Meşhed havzası, bir dönemde merhum Âgâzâde ve merhum Hacı Ağa Hüseyin’in zamanında bir zirve ve yükseliş devri yaşamıştı; ancak onların şehadetinden sonra, uzun yıllar bu havza bir durgunluk içine girmişti. Yani fıkıh ve usûl alanında Meşhed havzasında istekli ve gayretli talebeyi orada tutabilecek, bağlayabilecek nitelikte bir ders yoktu. Ayetullah Milânî geldi ve havzayı ihya etti; yani Meşhed ilim havzası gerçekten merhum Ayetullah Milânî’ye borçludur. O, havzayı hakikaten diriltti ve orada kendi derslerini başlattı.

Geceleri fıkıh derslerine başladı; Hacı Mollâ Hâşim Mescidi Medresesi’nde “İcâre” bahsini başlattı. O dönemlerde ben henüz içtihat derslerine katılmıyordum ve o dersi görmedim; ancak daha sonra “Salât” bahsini başlattı ki bu, ayrıntılı bir şekilde birkaç yıl—belki yedi, sekiz ya da on yıl—sürdü. Ardından zekât, humus ve benzeri konuları ele aldı; zannedersem bunların bir kısmı basılmıştır da. Salât bahsini gördüğümü hatırlıyorum; özellikle sefer namazı ve benzeri konulardan bir bölümünü görmüştüm. Ancak şunu da belirtmeliyim ki kendisinden gördüğüm bu yazılı metinler, ilmî gücünü tam olarak yansıtmamaktadır; yani o, bu yazılardan daha güçlüydü. Âlimlik bakımından, yazıya dökülenlerden çok daha derin ve güçlüydü ve gerçekten ilmî ehliyet açısından son derece seçkin bir şahsiyetti.

Kendi ilmî şahsiyetine ilâveten Ayetullah Milânî’nin ilim havzasına dair ciddi bir bakışı da vardı. Meşhed’e ilk geldikleri andan itibaren seçkin talebelerin peşindeydi. Gelişlerinin ilk dönemlerinde, üstün nitelikli talebeler için bir sınıflandırma yapmışlardı ki bu girişim, kendileri açısından bazı sıkıntılara da yol açmıştı. Amaçları, başarılı ve yetenekli talebeleri tespit etmek ve onlara özel ilgi göstermekti. Bu sebeple medreseler tesis ettiler; zannedersem iki ya da üç medrese kurmuşlardı. O dönemde kendileriyle çok yakın bir irtibatımız kalmadığından, bu medreselerin durumuna dair ayrıntılı bilgim yoktur; ancak havzaya ve havzanın geleceğine dair bilinçli bir dikkat taşıdıkları açıktı. Bu da onların ilmî yönlerinden biriydi.

Seyr-ü sülûk yönü bakımından ise merhum Seyyid Abdülgaffâr Mâzenderânî ile irtibatlıydılar. Merhum Seyyid Abdülgaffâr, Irak’ta ve Necef’te merhum Ayetullah Gâzî ve bu tür büyük ârif âlimler silsilesi içinde yer alan kimselerdendi. Kendileri hakkında yayımlanmış olan kitapta —ki ben bunu birkaç yıl önce görmüştüm; zannedersem bu çalışmayı merhum Seyyid Muhammed Ali yapmış, kendisine gönderilen mektupları bir araya getirip yayımlamıştı— merhum Seyyid Abdülgaffâr’ın Ayetullah Milânî’ye yazdığı birkaç mektup bulunmaktadır. Bu mektuplarda, talimatlar verildiği ve kendilerinin sorular sordukları, aralarında manevî bir irtibat bulunduğu açıkça anlaşılmaktadır.

Biz, o dönemde de Ayetullah Milânî’nin seyr-ü sülûk, maneviyat ve bu tür konularla meşgul olan kişilerle ilişki kurduğunu görüyorduk; bunu defalarca müşahede etmiştik. Örneğin merhum Hacı Mollâ Âgâcân Meşhed’e geldiğinde kendileriyle irtibat kurar, minbere çıkar, vaaz verirdi; ben bizzat Ayetullah Milânî’nin evinde merhum Hacı Mollâ Âgâcân’ın minbere çıktığını görmüştüm. Yine Meşhed’de “Nur” lakabıyla tanınan meşhur Nakîbî gibi bazı kimselerle de ilişkileri vardı. Bu tür irtibatlar gözle görülürdü; ancak Ayetullah Milânî’nin seyr-ü sülûk yolunda bir üstattan istifade ettiğini, özel manevî ameller ve ibadetlerle meşgul olduğunu biz o zamanlar pek tahmin etmiyorduk. Fakat sonradan anlaşıldı ki gerçekten böyle bir durumu vardı; insan bunu ancak daha sonra fark edebiliyor.

Merhum Ayetullah Tabâtabâî ile de çok yakın bir ilişkileri vardı. Ayetullah Tabâtabâî yaklaşık her yıl yaz aylarında Meşhed’e gelir, zannedersem iki–üç hafta kadar kalır ve bu süre boyunca Ayetullah Milânî’nin kıldırdığı namazlara özellikle katılmaya özen gösterirdi. Merhum Ayetullah Milânî yaz aylarında akşam ve yatsı namazlarını, bugünkü Âzâdî Avlusu olarak bilinen Yeni Avluda kıldırırlardı; merhum Ayetullah Tabâtabâî bu namazlara katılmayı adeta kendisine bir görev bilirdi ve aralarında güçlü bir ünsiyet ve yakınlık vardı. Bu durumun kendisi bile Ayetullah Milânî’nin şahsiyetinde sülûkî ve manevî bir yönün bulunduğuna delil teşkil eder.

Ayrıca kendilerine nispet edilen kerametlere dair de güvenilir kaynaklardan aktarılan pek çok hadise bulunmaktadır. Ben bunlardan birkaçını tamamen güvenilir yollarla bizzat duydum. Bunlardan biri merhum Hacı Ağa Murtazâ Hâirî kanalıyla nakledilmiş olup yazıya dökülmüş ve basılmıştır. Bunun dışında da benzeri bazı örnekler görülmüştür. Bütün bunlar Ayetullah Milânî’nin mânâ ehli, derin manevî dikkat sahibi, aydın bir manevî görüşe sahip bir şahsiyet olduğunu göstermektedir. Bu da kendilerinin seyr-ü sülûk yönüne dair bir husustur.

Ancak siyasî ve toplumsal yönü bakımından; mücadelenin başladığı ilk dönemlerde Ayetullah Milânî, hareketin temel direklerinden biriydi. 1962 ve 1963 yıllarında ruhaniyetin mücadelesi başladığında, merhum Ayetullah Milânî gerçekten de mücadelenin rükünlerinden biri olarak kabul ediliyordu. Öncelikle yayımladığı bildiriler son derece güçlüydü. Biz Hüccetiyye Medresesi’ndeydik; orada bir ilan panosu bulunurdu, bildiriler gelir ve oraya asılırdı; biz de durup onları okurduk. Bir defasında Ayetullah Milânî’den bir bildiri geldiğini gördüm; metni o kadar güçlü, vakur ve sağlamdı ki insan bu metnin güzelliği ve kuvveti karşısında adeta heyecanlanıyordu. Kendisi böyleydi; Farsça kaleme aldığı bütün yazıları da aynı nitelikteydi. Şu anda Arapça bir yazısını hatırlamıyorum; ancak Farsça metinleri son derece vakur, çok güçlü ve çok güzeldi.

Daha sonra İmam’ın hapsedildiği ve ağır ve sert hükümlerin verilmesinin ihtimal dâhilinde olduğu o dönemde, ülkenin dört bir yanından birinci dereceden âlimler Tahran’a geldiler. Bu topluluğun başında şüphesiz merhum Ayetullah Milânî bulunuyordu; bunda hiçbir tereddüt yoktur. Gerçi Ayetullah Şeriatmedârî de oradaydı ve kendisi de bir taklit mercii idi; ancak âlimler arasındaki itibar, teveccüh ve ağırlık bakımından Ayetullah Milânî’ye yönelik ilgi son derece belirgindi ve çok yüksekti. Kesinlikle Tahran’a gelen bu âlimler topluluğunun zirvesi ve en etkili şahsiyeti, merhum Ayetullah Milânî (Allah’ın rahmeti üzerine olsun) idi.

1963 yılının başlarında da —ki o yıl 15 Hordad hadisesi vuku bulmuştu— Ayetullah Milânî olayların tam merkezinde yer alıyordu. İmam (Allah’ın rahmeti üzerine olsun), bana bir görev verdi; Meşhed’e gitmemi ve tek tek bütün âlimlerle bu meseleyi paylaşmamı istedi. İki mesaj vardı: Biri özellikle Ayetullah Milânî ve merhum Hacı Ağa Hasan Kumî için, diğeri ise genel bir mesajdı; şimdi o mesajın içeriğine girmiyorum.

Ayetullah Milânî’ye yönelik olan mesajı kendisine bizzat ilettim. Dedim ki: “Ayetullah Humeynî, sizden ricada bulunuyorlar; minber ehline, Muharrem’in yedinci gününden itibaren minberlerde Feyziyye Medresesi meselesini dile getirmelerini söyleyin; dokuzuncu günden itibaren de dinî heyetleri bu konuyu gündeme getirmeye yönlendirin.” Bu, kendisine ilettiğim mesajdı. Kendileri, “Dokuzuncu günden itibaren mi?” diye sordu ve ardından şöyle dedi: “Ben daha önceden bu konuda talimat verdim.” Ardından isim vererek, “Bunu Ayetullah Humeynî’ye söyledim, Ayetullah Şeriatmedârî’ye söyledim, Ayetullah Necefî’ye söyledim.” dedi. Yani açıkça görülüyordu ki kendileri olayların tam merkezinde, bütün gelişmelerin içindeydi. Bugün Kum’da, İmam (Allah’ın rahmeti üzerine olsun) aracılığıyla ortaya çıkan, yayılan ve uygulamaya konulan düşünce Ayetullah Milânî’de de mevcuttu. Yani onun mücadeledeki varlığı, planlı ve bilinçli bir varlıktı; bu mesele için bir programı vardı. Elbette programı ile İmam’ın programı arasında bazı farklılıklar bulunuyordu; ancak her hâlükârda bu mücadele için bir plan hazırlamıştı.

Siyasî ve toplumsal alanlarda da Ayetullah Milânî geniş bir ufka ve müsamahakâr bir duruşa sahipti. Mücadele, siyaset ve benzeri alanlarda aktif olan çok çeşitli kişi ve gruplarla irtibat kurardı. Örneğin merhum Mühendis Bazergân ve Dr. Sahâbî gibi isimlerle ilişkisi vardı. Ben iki ya da üç defa Meşhed’den Tahran’a gitmek üzereyken, veda etmek için huzurlarına çıkmıştım; bana, “Tahran’a gittiğinizde, hapishanede Mühendis Bazergân’ı ziyarete de gidiyor musunuz?” diye sormuşlardı. O dönemlerde (1964-1965 yılları) kendileri hapisteydi. Ben “Evet” deyince, “Onlara benden selam söyleyin.” dediler. Yani Ayetullah Milânî, iki ya da üç defa benim vasıtamla Mühendis Bazergân’a selam göndermişti. Bu da, söz konusu çevrelerle ciddi ve canlı ilişkileri bulunduğunu açıkça gösteriyordu.

Bununla birlikte kendisinin Millî Cephe ve benzeri siyasî oluşumlara nispet edilmesinden şiddetle kaçınırdı. Bunu bizzat bana söylemişti: “Eğer biri beni Millî Cephe’ye nispet ederse, ondan razı olmam, onu bağışlamam.” Bu derece hassastı; ancak buna rağmen geniş ve çok yönlü ilişkiler ağı mevcuttu.

Bazı yıllarda ise bize göre kendileri mücadele meselelerinde bir miktar geri duruyormuş gibi görünüyordu; hatta bu sebeple kendilerine itiraz ettiğimiz de oluyordu. Ancak bugün mektuplar yayımlandığında anlaşılıyor ki, o dönemlerde de Ayetullah Milânî Ayetullah Şeriatmedârî ve diğer âlimlerle yoğun yazışmalar yürütmekte, bu meselelerle meşgul olmaktaydı; yalnız biz, onun bu konulardaki faaliyetlerinden haberdar değildik. Nitekim halkın, İmam Humeynî’nin serbest bırakılması için Tahran’da toplanan mercileri desteklediklerini ifade eden mektuplarında, belki de en çok adı geçen kişi Ayetullah Milânî idi ve orada en fazla teveccüh gören şahsiyet oydu.

Kendileri İmam’a yazdıkları bir mektup kaleme aldılar ki, bana göre tarihî bir belgedir. 1964 yılında İmam Türkiye’ye sürgün edildiğinde, Ayetullah Milânî kendi evinde bir toplantı düzenledi ve Meşhed’in âlimlerini davet etti. O dönemde mücadeleyle meşgul olan birkaç genç olarak bizler de davet edildik ve oradaydık. Meşhed âlimlerinden merhum Hacı Şeyh Müctebâ ve diğerleri de hazır bulunuyordu. Ayetullah Milânî’nin oğlu ayağa kalktı ve İmam’a yazılmış olan mektubu okudu. Son derece olağanüstü, çok güçlü ve vakur bir mektuptu; İmam’a destek veren ve sürgün edilmesinden duyulan derin üzüntüyü dile getiren bir metindi. O mektuptan şu ifadeleri hatırlıyorum: ‘Susmak, razı olmanın kardeşidir; bizimle olmayan, bize karşı demektir.’

Bu ifadeler mektupta yer almıştı. Ayrıca Hz. Emirü’l-Müminîn’in, Ebu Zer’in sürgün edildiği sırada söylediği sözlerden de alıntılar yapılmıştı; Hz. Ali’nin o ifadeleri orada zikredilmişti. Bana göre bu mektup son derece güvenilir ve önemli bir belgedir. Ayetullah Milânî orada oturuyordu; oğlu ayağa kalkıp mektubu okudu ve herkes dinledi.

Velhasıl, Ayetullah Milânî gerçekten de çok yönlü bir şahsiyetti. İlmî bakımdan, ahlâkî bakımdan, manevî bakımdan, siyasî ve toplumsal bakımdan büyük bir insandı; çok yönlü, birçok üstün özelliğe sahipti ve Meşhed ilim havzası üzerinde unutulmaz bir hakkı bulunmaktadır.

İnşallah sizin düzenlediğiniz bu anma programı, bugüne kadar tanıtıldığından daha ileri bir şekilde, onun şahsiyetini halka tanıtmayı başarır.

Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh

Ekler

yorumunuz

You are replying to: .
captcha