Havza Haber Ajansı Kum İlim Havzası araştırmacısı ve hocası Hüccetü’l-İslâm vel-Müslimîn Muhsin Saburî Firuzabadî ile bir röportaj gerçekleştirerek, istikbar (zorbalık ve kibir) karşıtlığının fıkhî temellerini ele aldı.
Hüccetü’l-İslâm Saburî, inkılaptan sonra siyasi fıkıh alanında ve özellikle de dış politika boyutunda yaşanan ilmî boşluklara değinerek geçmişte Şiî fıkhının neden istikbar ve uluslararası ilişkiler konularına daha az yöneldiğini açıkladı.
Daha sonra kendi ilmî eserini tanıtarak, bu alandaki temel fıkhî kaideleri sıraladı.
Hüccetü’l-İslâm Saburî’nin vurguladığı temel nokta şudur: İstikbarla mücadele, kökünü tevhitten alır ve egemen, tahakkümcü sistemlere her türlü itaat -hatta hayatın en küçük bir boyutunda bile- gerçek imanla bağdaşmaz.
Ayrıca “cihad-ı kebîr” kavramını modern istikbarın kültürel, ekonomik ve kavramsal hâkimiyetine karşı direniş anlamındaki yeni-sömürgecilik (neokolonyalizm) karşısında bir mukavemet olarak değerlendirmekte; ilim havzalarının istikbar karşıtı bilgi ve düşünce üretiminde aktif rol üstlenmesi gerektiğini vurgulamaktadır.
Röportajın sonunda Hüccetü’l-İslâm Saburî, havzada siyasi fıkıh eğitiminin giderek gelişme göstermesini, Rehber’in zamanın ihtiyaçlarına duyarlılık ve fıkhın toplumsal gerçekliklere nazır olması yönündeki çağrısının bir yansıması olarak değerlendirmektedir.
Soru: 4 Kasım Milli İstikbarla Mücadele Günü olarak anılmaktadır. İmam Humeynî (r.a) ve Rehber’in bakış açısından istikbarla mücadelenin önemi dikkate alındığında – ki bugün, hatta 12 günlük savaşta bile istikbar karşıtı cephede yer aldığımız açıkça ortaya çıkmıştır –ilim havzalarından bu konuda, yani istikbar karşıtlığının fıkhî ve dinî temelleri üzerine daha fazla çalışma yapmaları beklenmektedir. Elhamdülillah, sizin bu konuda hazırlanmış bir doktora düzeyinde risaleniz bulunmaktadır ve bu risale bir kitaba dönüştürülmüştür.
Öncelikle bu ilmî eserinizin özelliklerinden biraz bahseder misiniz, ardından da istikbar karşıtlığının fıkhî temelleri konusuna geçelim.
İnkılaptan sonra havzada hissedilen ilmî boşluklardan biri şuydu: İslâm İnkılabı’nın temelleri – gerek iç meselelerle ilgili olanlar, gerekse dış politika ile bağlantılı olanlar – ilmî tartışma ve fıkhî incelemeye ihtiyaç duyuyordu.
Geçmişte fakihlerin bu konulara fazla eğilmemelerinin nedeni, bir ölçüde o dönemde hâkim olan takiyye ve baskı ortamına dayanıyordu. Bir fakih, İslâm siyasetinin meselelerine girmek istediğinde karşılaştığı ilk tepki döneminin gayrimeşru yönetimiyle çatışma oluyordu. Bu nedenle çoğu bu alanlara doğrudan girmekten kaçınmayı tercih ediyordu.
Bir diğer neden ise ihtiyaç eksikliğiydi. Sünnî fıkıh, siyasi fıkıh konularında bizden daha önce ilerleme kaydetmişti; çünkü genellikle iktidar onların elindeydi oysa Şiî fakihler yönetimden uzaklaştırılmışlardı. İşte bu iki sebepten dolayı bu tür konulara daha az yer verilmiştir. Bunun sonucunda Şiî siyasi fıkhına dair tartışmalar çeşitli eserlerde dağınık biçimde yer alırken, bu alanda bütünlüklü çalışmalar ve derli toplu araştırmalar oldukça azdır.
Bu alanın en önemli konularından biri de istikbarla mücadeledir. Uluslararası ilişkiler ve dış politika tartışmalarına girdiğimizde, en temel eksenlerden biri istikbar meselesidir; yani dünyaya hükmeden istikbarî sistemle bizim ilişkimizdir -ki bu sistem geçmişte de vardı, bugün de mevcuttur ve İmam Mehdi’nin (a.f.) zuhuruna kadar da varlığını sürdürecektir.-
Bu konuda çok sayıda kavramsal ve düşünsel tartışma yapılmıştır; yani istikbarın varlığından doğan sorunları açıklayan kitaplar yazılmıştır. Fakat işin bilimsel yönü, yani fıkıh açısından delilleriyle birlikte ele alınması bugüne kadar yeterince incelenmemiştir.
Genellikle istikbarla mücadele konusu gündeme geldiğinde, sadece “nefyu’s-sebîl” (yabancıların Müslümanlar üzerinde egemenlik kurmasının reddi) kaidesi zikredilmiştir. Oysa biz bu araştırmada — ki önce ilmî bir tez olarak hazırlanmış, ardından kitap hâline getirilmiştir — istikbarla mücadeleyle ilgili birkaç fıkhî kaideyi inceledik ve her bir kaidenin altında çok sayıda ayet ve rivayeti delil olarak sunduk.

Soru: Dış politika ve uluslararası meseleleri de kapsayan siyasi fıkıh alanında faaliyet yürüttüğünüz göz önüne alındığında, son yıllarda siyasi fıkıh eğitimi alanında umut verici bir gelişim süreci yaşandığı görülüyor. Sizin bakış açınıza göre siyasi fıkhın bugünkü durumu ve konumu nasıl değerlendirilebilir? Ayrıca Yüce Rehber’in “fıkhın zamanın ihtiyaçlarına nazır olması ve İslâmî nizamın gereksinimlerini karşılaması” yönündeki vurgusu çerçevesinde, bu siyasi fıkıh alanının daha işlevsel, olgun ve güncel meselelere daha duyarlı hale gelmesi için ne tür öneriler ve çözümler sunarsınız?
Önceki açıklamalarda da belirttiğim gibi siyasi fıkhın durumu diğer türev fıkıh dallarına kıyasla daha iyi bir konumdadır. Her ne sebeple olursa olsun, çağdaş fakihlerimiz ve havzanın büyük âlimleri, bu alandaki ihtiyacı erken dönemde fark ederek oldukça değerli çalışmalar başlatmışlardır. Bugün havzalarda siyasi fıkıh dersi verilmekte ve bu çalışmalar istikrarlı bir şekilde sürdürülmektedir.
Elbette bu alan, doğrudan ilim üretimiyle ilgilidir ve bu konuda oldukça geniş kapsamlı tartışmalar mevcuttur. Şayet biz fıkhî sistemler – örneğin İslam’ın siyasi sistemi – oluşturmaya yönelmek istiyorsak bu doğrultuda eğitim, araştırma, metin yazımı ve benzeri pek çok alanda kapsamlı çalışmalar yapılması gerekir. Bu çabaların bir kısmı başlatılmış, bir kısmı ise devam etmektedir. Bildiğim kadarıyla Ayetullah Ârafî bu alanın gelişmesi yönünde önemli gayretlerde bulunmuşlardır.
Bu faaliyetlerin büyük bir kısmını da şu anda şekillenmekte olan siyasi fıkıh dersleri oluşturuyor. Bu dersler genç talebelerin katılımıyla, gelecekte bu alanda ilim üretimi yapacak araştırmacı ve öğretim üyelerinin yetişmesine zemin hazırlıyor.
Bugün bu genç öğrenciler hem bu derslerde hem de siyasi fıkıh alanında faaliyet gösteren bazı kurumlarda eğitim görerek fıkhın güncel boyutlarını daha derin bir şekilde kavramaktadırlar.
Soru: İstikbarla mücadele konusuna geri dönelim. İstikbar karşıtı fıkhın ölçütleri ve unsurları nelerdir? Ayrıca yaptığınız ilmî incelemeler ışığında, “istikbar” ile “düşman” kavramları arasında nasıl bir uyum, farklılık ya da ilişki bulunmaktadır? Bu ayrımlar günümüz toplumunun ihtiyaçları açısından fıkhî açıdan ne gibi faydalar sağlamaktadır?
Bu kitapta istikbar konusunu ele alırken öncelikle kavramın dilsel ve terimsel analizini yaptık.
“İstikbar” kelimesinin sözlük anlamını inceledikten sonra onu siyasal bilimler terminolojisi açısından değerlendirdik. “İstikbar” kavramı modern siyasal literatüre, özellikle de İslâm İnkılabı aracılığıyla girmiştir. Bu kelime, İmam Humeynî’nin (r.a.) ona kazandırdığı derin anlam yüküyle birlikte çağdaş siyasî dilde yer bulmuştur. Bu anlam çerçevesiyle daha önce siyaset literatüründe böylesine kapsamlı bir kelime mevcut değildi.
Elbette bu kavramın örnekleri peygamberlerin ve Allah dostlarının dilinde, ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’de bulunmaktadır; ancak modern siyasî bilimlerde bu anlam genişliğiyle “istikbar” kelimesi kullanılmamıştır. Bu terim, kendi içinde oldukça yoğun bir anlam ve değer yükü taşır.
Kitabın “Kavram İncelemesi” bölümünde, gördüğüm en kapsamlı tanımın İslâm İnkılabı Rehberi Ayetullah el-Uzma Hamaney’e ait olduğunu aktardım. Bu tanım bir konuşma ortamında değil, İslam Ülkeleri Zirvesi’nde yapılan resmî bir hitap esnasında sunulmuştur.
Rehber şöyle buyurmuştur: “Bizim kültürümüzde istikbar siyasi, askerî, ilmî ve ekonomik gücüne dayanarak, insan türüne karşı ayrımcı bir bakışla geniş insan topluluklarını yani milletleri, devletleri ve ülkeleri kendi çıkarları doğrultusunda zorba ve aşağılayıcı bir hâkimiyet altına alan güç merkezine denir. Bu güç, onların işlerine karışır, mallarına el uzatır, devletlere baskı yapar, milletlere zulmeder, kültürlerine ve geleneklerine hakaret eder.”
Bu tanım, son derece kapsamlı ve kuşatıcıdır. Kur’ân-ı Kerîm’deki İblis’in “reddetti ve büyüklendi” ayetiyle de tam bir uyum içindedir.
Buna göre istikbarî devlet veya sistem, Allah-u Teâlâ’nın belirlediği sınırların ötesine geçen, azgınlık gösteren, tahakküm ve üstünlük iddiasında bulunan bir yapıdır.
Genellikle istikbarla mücadele denildiğinde yalnızca “nefy-i sebîl” kaidesi (kâfirin mümine egemen olamayacağı ilkesi) gündeme gelir.
Oysa yapılan tartışmalar genellikle düzensiz olmuştur; bunun nedeni de konuşmanın başında belirttiğimiz üzere, geçmiş dönemlerde âlimlerin kendi çağlarındaki istikbar sahiplerine karşı bağımsız biçimde bu konuyu açıkça dile getirme imkânının olmamasıdır.
Bu çerçevede ele aldığımız fıkhî kaideler şunlardır:
1. Kulluğun (ibadetin) Allah’a özgü olması kaidesi
2. “Hiç kimsenin başkası üzerinde velayeti yoktur” kaidesi
3. “Şer‘î hükümlerin hâkimiyetinin gerekliliği” kaidesi – ki bazı Sünnî araştırmacılar da buna vurgu yapmıştır
4. “Tâğutu inkâr etme ve ona karşı çıkma” kaidesi
5. “Nefy-i sebîl” (kâfirin mümine hâkim olamayacağı) kaidesi
6. “Tebliğ” kaidesi
7. “İslâm’ın yüceliği” kaidesi
İstikbarla mücadele meselesi, fıkıhta ele alınmadan önce aslında kelâmî (teolojik) bir mesele olarak gündeme gelmiştir. Biz biliyoruz ki tevhit birçok boyuta sahiptir: İbadette tevhit – ki en çok bilinenidir; yani insanın Allah’tan başkasına kulluk etmemesi ama bunun yanında itaatte tevhit, bağlılıkta tevhit, yasama ve hüküm koymada tevhit de vardır.
Bizim kaidelerimizden biri olan “Allah’a kulluğun kapsamlılığı kaidesi”, insanın yaratılış gayesi olan kulluğun sadece ibadet alanıyla sınırlı olmadığını, bilakis insan hayatının tüm alanlarını kapsadığını vurgular.
Yani insan sadece namazda değil, toplumsal, siyasal, kültürel ve ekonomik ilişkilerinde de yalnızca Allah’ın hükmüne boyun eğmeli ve başkasının egemenliğini kabul etmemelidir.
Başka bir deyişle eğer biz namaz, oruç gibi bireysel ibadetlerde Allah’a itaat eder, ama örneğin ekonomik hayatımızda Allah’ın belirlediği ilke ve yasaları bir kenara bırakıp onun yerine insan eliyle yapılmış veya çoğunlukla istikbarın çıkarına dayanan beşerî sistemleri benimsiyorsak Kur’ân-ı Kerîm açıkça bildirir ki artık gerçek anlamda iman etmiş sayılmayız ve tevhidin sınırlarından uzaklaşmış oluruz.
Bu konuda Kur’ân-ı Kerîm birçok ayette açık bir vurgu yapmıştır. Yine hatırlatmak gerekir ki, istikbarla mücadelenin temeli doğrudan tevhit inancına dayanır.
Buna örnek olarak Nisâ Suresi 60. âyete dikkat edelim:
“Ey Peygamber! Sana indirilene ve senden önce indirilene iman ettiklerini iddia edenleri görmedin mi?”
Buradaki “iddia edenler” ifadesi, aslında sahte bir iddiayı gösterir; yani onlar, senin dinine ve önceki ilahî dinlere iman ettiklerini sanırlar ama gerçekte iman etmiş değildirler.
Peki neden iman etmemiş sayılırlar? Namazı terk ettikleri ya da orucu tutmadıkları için değil; mesele şudur:
“Onlar, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda tâğuta başvurmak isterler; hâlbuki onu tanımamaları emredilmiştir…”
Yani insan hayatının herhangi bir alanında—hatta küçük bir yargı veya bireysel anlaşmazlıkta bile—tâğutun hükmüne başvurmak isterse, Kur’ân’a göre artık gerçek iman sahibi değildir.
Bu âyetin tefsirinde, meşhur “Ömer b. Henzale rivayeti” nakledilmiştir. Rivayette şöyle bir soru yöneltilir: İki Şiî arasında bir anlaşmazlık olduğunda, gayrimeşru bir yönetimin atadığı kadıya başvurmaları caiz midir?
İmam (a.s.), işte bu âyeti delil getirerek “hayır” cevabını verir.
Dolayısıyla Kur’ân açıkça bildirir ki, insan hayatının herhangi bir alanında Allah’tan başkasının hükmünü kabul ettiğinde iman da tevhit de zedelenir.
Peki istikbar (küresel güç, zorba sistem) ne diyor?
İstikbar şöyle der: “Bu ceza ve hukuk konularında, İslam’ın koyduğu hükümleri bir kenara bırakın. Bazı günahlar için belirlenen cezalar artık uygulanmamalı.”
Bu gerekçeyle bizi yaptırımlarla tehdit eder, ambargo uygular. Peki biz bu gibi durumlarda onlara uyabilir miyiz? Kur’ân-ı Kerîm açıkça buyurur: Eğer Allah’ın hükmünü bir kenara bırakır, tâğutun hükmüne boyun eğerseniz, artık gerçek mümin olduğunuzu iddia edemezsiniz. Dolayısıyla istikbarla mücadelenin asıl temeli ve özü tevhittir. Kur’ân’da bu anlamı destekleyen başka ayetler de vardır.
Bir diğer önemli kaide de “vücûb-u tahkîm-i şer‘illah” yani Allah’ın hükmünü hâkim kılma zorunluluğudur. Bu ilke hem Şiî hem Sünnî âlimlerce kabul edilmiştir. Kaide şunu söyler: Her dönemde, toplumun ve yönetimin temeli mutlaka Allah’ın hükümleri olmalıdır.
Bu konuda birçok ayet vardır; onlardan biri Hac Suresi, 41. ayettir:
“Onlar ki kendilerini yeryüzünde güç sahibi kıldığımızda, namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emreder ve kötülükten men ederler…”
Yani gerçek bir İslâmî yönetimin ölçüsü, Allah’ın hükümlerini yeryüzünde hâkim kılmak, adalet ve ibadeti tesis etmek ve zulüm sistemine karşı durmaktır.
Allâme Tabâtabâî şöyle buyurur: Kur’ân’da “namazı kılmak ve zekât vermek” ifadeleri birlikte geçtiğinde, bu iki ibadet yalnızca özel anlamlarında değil, “dinin tümünü ayakta tutmak” anlamında kullanılmıştır.
Nitekim Şûrâ Suresi, 13. ayette de şöyle buyrulur:
“Sana vahyettiğimiz, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya emrettiğimiz şudur: “Dini dosdoğru ayakta tutun!”
Allâme Tabâtabâî bu ayeti şöyle açıklar: “Dini ayakta tutmak” demek, her dönemde dinin hükümlerini hayata geçirmek demektir.
Bu yalnızca namaz ve oruç gibi bireysel ibadetlerle sınırlı değildir; aynı zamanda ekonomi, siyaset ve toplumsal düzenin tüm alanlarında, Allah’ın belirlediği emir ve yasaklara riayet etmek anlamına gelir.
Sonraki ilke ise ünlü “Nefy-i Sebîl” kaidesidir: “Allah, kâfirlerin müminler üzerinde hiçbir hâkimiyet kurmalarına asla izin vermeyecektir.” (Nisa 141)
Bu, istikbarla mücadeledeki en temel fıkhî delillerden biridir.
Bir diğer ilke “tebliğ” kaidesidir. Bu, İslâm fıkhında “cehâlet içindekini irşad etme” ilkesine dayanır. Nitekim Ayetullah el-Uzma Hamaney de istikbar karşıtı söylemin bu ilkeye dayandığını vurgular.
Yani yalnız Müslüman halklara değil dünyadaki tüm milletlere, istikbarın zararları konusunda farkındalık kazandırmak İslâm ümmetinin dinî ve ahlâkî sorumluluğudur.
Dolayısıyla direniş söyleminin oluşması ve inkılabın evrensel boyut kazanması, bu tebliğ kaidesine dayanmaktadır.

Soru: Son yıllarda Yüce Rehber, iki veya üç kez “Cihad-ı Kebîr” konusuna değinmiş ve bunun düşman analizine işaret ettiğini belirtmiştir. Günümüz toplumunda—ekonomik ve geçim sorunları ile bazı yöneticilerin kötü yönetimi göz önünde bulundurulduğunda ki bu durum gerekçelendirilemez ve eleştirilmelidir—düşman bu durumdan faydalanmakta ve gençlerin zihinlerinde şüpheler oluşturmaktadır. Peki Cihad-ı Kebîr kavramından istikbar karşıtlığı bağlamında nasıl faydalanılabilir?
Aslında “Cihad-ı Kebîr” meselesi de istikbar karşıtlığı delillerinden biridir. Kur’ân’da şöyle buyrulur: “O kâfir cephesine itaat etmeyin ve onlara boyun eğmeyin; onlarla büyük bir cihad yapın.”
Bu Cihad-ı Kebîr, kâfir cephesine itaatsizlik ile ilgilidir. Yani günümüzde İslâm toplumu ve dünya Müslümanları bu Cihad-ı Kebîr’i, istikbarın egemenlik kurma ve tahakküm arayışına karşı durmak şeklinde yerine getirmektedir.
Kitapta ayrıca eski sömürgecilik, yeni sömürgecilik ve süper-sömürgecilik konularına da açıklık getirilmiştir. Günümüzde istikbar, süper-sömürgecilik (neo-kolonyalizm) yoluyla hükmetmeyi amaçlamaktadır; yani ekonomik sistemler veya alt sistemler—örneğin bankacılık ya da sosyal bilimler—aracılığıyla egemenliğini yaymak istemektedir.
Bu modelde itaat, eskiden olduğu gibi değildir; geçmişte eski sömürgecilik, ya bir iç işbirlikçiyi ya da bir yabancıyı doğrudan üzerimize yönetici olarak tayin ederdi—örneğin Rıza Han gibi bir iç işbirlikçi.-
Bugün ise istikbar şunu söyler: “Kendiniz seçin, ama bizim seçtiğimiz kişiyi seçin.”
Çünkü çerçeveler ve sistemler, onun istediği sistemlerdir ve biz farkında olmadan onun itaat yoluna sokulmuş oluruz.
Dolayısıyla bugünkü Cihad-ı Kebîr, onlara itaat etmeme anlamına gelir; bu da demektir ki ilim havzaları kendi görevlerini yerine getirmeli ve zengin kaynaklarından faydalanmalıdır.
Farklı toplantılarda bu ayetleri ve istikbar karşıtlığına dair hadisleri sunduğumda, genellikle şu tepkiyi alıyorum: Gerçekten bu ayetler Kur’ân’da varmış ve biz bundan habersizmişiz.
Doğrudur; geçmişte az söylemek için bazı gerekçelerimiz vardı; ancak bugün İslâmî aydınlık bir yönetim kurulduktan sonra, artık hiç mazeretimiz yoktur.
Bu mücadele, bilimsel bir mücadeledir ve hem ilmî üretim hem de açıklama ve tebliğ alanlarında gerçek anlamda ilim havzalarında yürütülmelidir.
Daha önce de belirttiğimiz gibi “tebliğ kaidesi” de bunu açıklar: Önce biz inkılabın temellerini, özellikle de küresel istikbar meselesini iyi anlamalıyız; sonra bunu içeride ve dışarıda ifade edebilmeliyiz.
Bugün dünyada bu önemli mesajı dinleyecek çok kişi vardır; ve işte bu da Yüce Rehber’in bahsettiği Cihad-ı Kebîr’in bir parçasıdır.
yorumunuz