Havza Haber Ajansı’nın haberine göre İslam, her bireyi kendini ıslah etmekle sorumlu tuttuğu gibi, toplumsal yönü gereği, insanları birbirleri karşısında da sorumlu kılmıştır. Ancak herkes bu alana girip toplumun ıslahı için doğrudan harekete geçemez. Bu nedenle, bu görevi üstlenecek kurum ve merkezlerin bulunması gereklidir.
Peygamberler silsilesinin sona ermesi ve Masum İmamlar’ın (a.s) sonuncusunun gaybete çekilmesinden sonra, fakihler ve din âlimleri bu pak neslin halefleri ve mirasçıları olarak anılmışlardır. Birçok hadise göre, Yüce Peygamber (sallallâhu aleyhi ve âlih) ve Ehl-i Beyt İmamları (aleyhimüsselâm), fakihleri ve muhaddisleri kendi halifeleri olarak tayin etmiş ve bu konuda dikkat çekici ifadeler kullanmışlardır. Bunlardan bazılarına işaret edelim:
1. Resûlullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Allah’ım, haleflerime rahmet et!” Bu sözü üç kez tekrar etti. Kendisine, “Ey Allah’ın Resûlü! Sizin halefleriniz kimlerdir?” diye soruldu. Buyurdu ki: “Benden sonra gelip hadis ve sünnetimi nakleden ve benden sonra bunu insanlara öğreten kimselerdir.” (Bihârü’l-Envâr, 2:141)
2. İmam Sâdık (a.s) buyurur: “Âlimler, peygamberlerin mirasçılarıdır. Çünkü peygamberler miras olarak mal bırakmazlar; sadece sözlerinden oluşan hadisleri bırakırlar. Bu yüzden kim bu hadislerden nasibini alırsa, büyük ve değerli bir pay almış olur. O hâlde ilminizi kimden aldığınıza dikkat edin! Çünkü biz Ehl-i Beyt’ten, her nesilde adaletli ve doğru kimseler bulunur; onlar dîni, aşırıcıların tahrifinden, bâtıl ehlinin uydurmalarından ve cahillerin yanlış yorumlarından korurlar.” (Kâfî, 1:32)
3. İmam Kâzım’dan (a.s) şöyle işittim: “Mü’min –ya da mü’min bir fakih– vefat ettiğinde, melekler; Allah’a ibadet ettiği toprak parçaları ve amellerinin yükseldiği gök kapıları onun için ağlar. Ayrıca, İslâm kalesinde bir gedik oluşur ki hiçbir şey bu gediği onaramaz. Çünkü mü’min fakihler, İslâm’ın kaleleridir; onlar şehir surları gibi İslam'ı koruyucu bir rol üstlenirler.” (Bihârü’l-Envâr, 2:144)
4. İshak b. Yakub şöyle der: Muhammed b. Osman Amrî’den, benim için bir mektubu Sahibü’z-Zaman’ın (Allah zuhurunu yakın kılsın) huzuruna ulaştırmasını istedim. Mektubumda bana zor gelen bazı meseleleri sormuştum. Ardından Efendimiz’den (İmam Mehdi –a.f–) kendi el yazısıyla şu cevap ulaştı: “...Karşılaştığınız olaylarda, bizim hadis ravilerimize (alimlere) başvurun; çünkü onlar, benim size olan hüccetimdir ve ben de Allah’ın hüccetiyim.” (el-İhticâc, 2:283)
Bu hadislerden açıkça anlaşılmaktadır ki, İslam âlimleri, peygamberlerin ve Masum İmamların (a.s) varisleridir. Bu pak silsilenin gaybetinden sonra, dinin savunulması ve korunması görevi fakihlere ve âlimlere düşmektedir. İnsanlar da gaybet dönemindeki sıkıntı ve sorunlarda kendi çağlarının fakih ve âlimlerine başvurmalıdırlar.
Havza ve Ruhaniyetin Kimliği ve Mahiyeti
İslam, ilahî dinlerin sonuncusu ve en mükemmelidir. Bu ilahî din, insanın bireysel ve toplumsal tüm ihtiyaçlarına –gerçek saadete ulaşması için– tam anlamıyla yönelmiş ve Masumların (a.s) rehberliği sayesinde, tahrif, sapma ve bozulmalardan korunmuştur. Yüce İslam Peygamberi (sallallâhu aleyhi ve âlih), bu ilahî armağanın müjdecisi ve İslam medeniyetinin kurucusudur. İmamlar (a.s) ise bu görkemli yapıyı tamamlamış, temellerini korumuş ve gaybet döneminde de ilim ve maneviyatın köklü ağacı olan ruhaniyet kurumunu inşa etmişlerdir. Onlar, din âlimlerini ve fakihleri kendi halk üzerindeki hüccetleri olarak tanıtmışlardır.
Bu bağlamda, İmamların ashabı ilk din talebeleri sayılmış ve gaybet döneminde ruhaniyet kurumu, ilahî peygamberlerin, Rabbânî elçilerin ve aziz İmamların (a.s) temsilcisi hâline gelmiştir. Havza, kökleri Şiîliğin şanlı tarihine uzanan ve Ehl-i Beyt (a.s) öğretilerinin berrak pınarından beslenen, dimdik ayakta duran görkemli bir ağaç gibidir. Bu köklü kurum istikrarı, özüne bağlılığı ve örnek sabrıyla fitne ve belâ fırtınalarına karşı direnmiş; her daim ümmetin ve toplumun üzerine bilgi ve sevgi gölgesi yaymıştır.
Bu kadim ve değerli kurum, şu yüce ayetin canlı bir örneği ve apaçık bir tezahürüdür:
“Allah güzel bir sözü, kökü yerde sabit, dalları göğe yükselen güzel bir ağaca benzetmiştir. O ağaç, Rabbinin izniyle her zaman meyvesini verir.” (İbrahim, 24–25)
İlim Havzası’nın Kimlik ve Mahiyet Unsurları
İlim Havzası’nın kimlik ve mahiyetine dair unsurlar üç farklı bakış açısıyla ele alınabilir:
Birinci Bakış Açısı:
Havza kimliği ve mahiyeti, bazı temel unsur ve öğelerden oluşur. Bunların en önemlileri şunlardır:
1. Dini ve ilmi şahsiyetler her daim “risalet eksenli”, “idealist” ve “İslam’ın hedeflerine bağlı” olmuşlardır. Bu “dini adanmışlık”, havza kimliğinin ana direklerinden ve havzanın varoluş felsefesinin temel taşlarındandır.
2. Dini düşünce ve İslamî öğretilerin gölgesi, havzadaki tüm ilim dallarının üzerine yayılmıştır. Havza ilim dalları ya doğrudan İslamî öğretileri ve düşünceyi anlamaya yöneliktir ya da bu alanlara hizmet eden, onlarla kesişen veya etkileşim içinde olan disiplinlerdir. Bu sebeple, “dini ve İslamî kimlik”, hem havza ilimlerinin içeriğinde hem de yapısında temel bir unsur olarak yer alır. Elbette bu alan zaman içinde çeşitli daralma ve genişlemelere maruz kalmıştır. Günümüzde ise dinî düşüncenin kapsamı, sosyal ve beşerî bilimlerle olan ilişkileri ve karşılıklı etkileşimi dikkate alınarak daha geniş ve kapsayıcı bir yaklaşımla ele alınmaktadır.
3. Bilgiye ve düşünceye kutsal bir bakış ile yaklaşmak; ilimlerin varlık kaynağıyla, gayb âlemiyle ve manevî boyutlarla bağlantılı görülmesi de havzanın kimlik ve mahiyetini belirleyen bir diğer temel unsurdur.
4. Havzanın kimliğini oluşturan bir başka esas ise ahlak, terbiye ve nefis tezkiyesinin önceliğidir. Havza’nın bilgi sistemi ve şahsiyet inşasında, eğitimin yanı sıra ahlaki erdemlerin kazanılması ve iç dünyanın kötülüklerden arındırılması daima ön plandadır. Bu bağlamda, nefsin arındırılması ve ahlakın ıslahı, genel toplum düzeyinin ötesinde, daha derinlikli ve ciddi bir hassasiyetle havzada ele alınan ayırt edici bir özelliktir.
5. Irk ve milliyet üstü bir kimliğe sahip olmak, ilim havzalarının bir diğer temel unsurudur. Bu yönü, İslamî öğretilerin ve Ehl-i Beyt (aleyhimüsselâm) mektebinin evrensel yapısından kaynaklanmakta ve bu yönün korunmasına özel bir özen gösterilmesi gerekmektedir.
İkinci Bakış Açısı:
İslam, nasıl ki her bireyi öncelikle kendini ıslah etmeye memur kılmışsa, aynı zamanda dinin toplumsal boyutuna binaen, insanları birbirlerine karşı da sorumlu tutmuştur. Ancak toplumun ıslahı gibi büyük bir alan, her bireyin doğrudan girebileceği bir saha değildir. Bu nedenle bu görevi üstlenecek özel kurum ve yapılar gereklidir.
Fıkhî açıdan bakıldığında, ilim havzaları ve ruhaniyetin kimliği üç temel fıkhî kaideye dayanır:
1. Câhili irşad etme kaidesi:
Bu kurala göre, bilgi sahibi ve hakikati tanıma gücüne sahip olan kimse, başkalarının düşünce, inanç, davranış ve ahlâk alanlarında yanlışta kalmalarına kayıtsız kalamaz. Bu nedenle din âlimleri, insanları çeşitli alanlarda bilinçlendirmek ve bilgi seviyelerini artırmakla yükümlüdürler.
2. Hidayet ve terbiyeye rehberlik kaidesi:
Bu ilkeye göre, ruhaniyet camiası, başkalarının terbiyesi, tezkiyesi ve manevî gelişimiyle de sorumludur. Özellikle, dini hüküm ve öğretileri bilen ama bunlara bağlılık göstermeyen kimselerle ilgili olarak, havza ve ulemaya düşen görev, onlarda bu bağlılığı oluşturmak ve güçlendirmektir.
3. İyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak kaidesi:
Bilgi sahibi olan herkes, hataya düşme ihtimali olanlara veya zaten kötülük içinde bulunanlara karşı sorumludur ve müdahale etmekle mükelleftir.
Bu üç fıkhî kaide, birbirine bağlı bir zincir oluşturarak toplumların gelişim ve olgunlaşmasında belirleyici rol oynar. İlim havzaları, tam da bu üç önemli şer‘î strateji doğrultusunda görev üstlenmek için kurulmuş bir kurumdur. Bu temel ilkeler, hem havzanın teşekkülüne hem de dinî merkezlerin düzenlenmesine dayanak teşkil eder.
Söz konusu üç fıkhî kaide, aynı zamanda insan toplumunun düşünsel yapısının inşasında esas alınan temel mühendislik ilkeleri sayılır. Çünkü insan kendi haline bırakıldığında, yüksek ve derin anlamlı manevî değerlere yönelmez. Bu yüzden İslam fıkhı ve şeriatı, bu üç esasla din âlimlerini insan zihninin mühendisleri ve gönül mimarları olmakla görevlendirmiştir. Bu açıdan bakıldığında dini ilim havzaları, toplumun düşünsel yapısını şekillendiren ve insan ruhunu inşa eden kurumlardır.
Üçüncü Bakış Açısı:
Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurur:
“Müminlerin tümünün (birden) savaşa çıkmaları gerekmez. Öyleyse her topluluktan bir grup (savaşa çıkmak yerine) dinde derinleşmek (tefakkuh) ve kavimlerine döndüklerinde onları uyarmak üzere yola çıkmalıdır; umulur ki (toplumları) sakınır.” (Tevbe, 122)
İlim Havzalarının görevleri ve faaliyetleri bu yüce ayetten kök bulur. Ayette özellikle iki temel misyona işaret edilir: dinde derinleşme (tefakkuh) ve toplumu uyarmak (inzar). Her ne kadar din âlimlerinin çeşitli görevleri olsa da bu iki ana unsur onların en temel rollerini oluşturur.
“Dinde derinleşmek (tefakkuh) ve kavimlerine döndüklerinde onları uyarmak” buyruğu, dinin yalnızca belli bir alanıyla sınırlı bir anlayışı değil, dinî bilgilerin tüm alanlarında derinleşmeyi ifade eder. Bu anlayışa göre inanç, ahlâk ve ahkâm gibi tüm boyutlarda derin bilgi sahibi olmak gerekir. Bu da havzanın temel görevlerinden biridir: Bu alanlarda derinleşmiş âlimler (mütefekkihîn) yetiştirmek...
Başka bir ifadeyle, İslam’ın tüm öğretilerine dair doğru ve derin bir anlayış, insanlık için gereklidir ve bu anlayışın oluşacağı yer ilim havzalarıdır. Havza hocaları da hem bu anlayışı elde etmek hem de onu başkalarına aktarmakla yükümlüdür.
Ayette devamla şöyle buyrulur: “Ve li-yunziru kavmehum izâ raca‘û ileyhim”
Yani bu dinde derinleşmiş kimseler, toplumlarına döndüklerinde onları inzar (uyarma, bilinçlendirme, haberdar etme) ile görevlidirler. Ancak bu uyarı, kuru bir bilgi verme değil, insanı uyandıran, harekete geçiren ve onu helake götürecek yollardan alıkoyan bir farkındalık oluşturmalıdır.
Bu anlamda inzar, yaşama dokunan, insanı derin uykudan uyandıran, hayatı şekillendiren bir bilinç aktarımıdır. Dolayısıyla, ilim havzalarının temel sorumluluğu, insanı ve toplumu uyandıran, dirilten ve kurtuluşa yönlendiren ilahî öğretileri aktarmaktır.
İslam’da müjdelemekten çok uyarıya (inzar) vurgu yapılır; çünkü esas olan, insanları helak ve sapkınlıktan kurtaracak canlandırıcı ve bilinçlendirici bilgilere ulaştırmaktır.
İlim Havzalarının ve Ruhaniyetin Görevleri ve İşlevleri
İslam, son ilahi dindir ve insanların gerçek saadete ulaşması için gereken her şey bu ilahi öğretilerde açıklanmıştır. İslam’ın öğretileri, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) temellerini attığı büyük İslam medeniyetini kapsayan hakikatleri içerir ve Ehl-i Beyt (a.s) de bu büyük yapıyı tamamlayarak onu korumuştur. Gaybet döneminde, kutsal ruhaniyet kurumu, bu ilahi elçilerin yerini almış ve insanları manevi olarak yüceltmek, onları Allah’a uygun şekilde eğitmek için tüm çabasını harcamalıdır.
İlim Havzalarının Temel Görevi: İslam Medeniyeti Kurmak
Günümüzde ilim havzalarının asıl ve temel görevi, İslam medeniyetini yeniden inşa etmektir. Bu yüzden ilim havzaları, dönüşüm süreçlerinde bu göreve dikkat etmeli ve bu büyük misyonu yerine getirebilmek için gerekli reformları kendi bünyelerinde oluşturmalıdır. İslam dünyasında İslam medeniyetinin yeniden inşası ve Müslümanların küresel ölçekte yeniden diriltilmesi için farklı eğilimler mevcuttur. Bu eğilimler arasında aşırı ve yetersiz görüşler de bulunmaktadır; bazıları İslam’ın ve İslam medeniyetinin yeniden dirilmesini, Batı medeniyetine eriyip karışarak sağlamayı savunurken, bazıları ise günümüz dünyasının tecrübelerine kayıtsız kalmaktadır.
Medeniyetin yeniden inşası için, hem kendi mirasımıza güvenmek ve buna inanmak hem de insanlığın olumlu deneyimlerine değer vermek gerekmektedir. “Miras” ile “modernleşme” ve “geleneğin” yeni medeniyetle birleştirilmesi arasında bir denge kurmak, büyük bir dikkat ve yüksek farkındalık gerektiren bir çaba olmalıdır. Bu noktada, İslam dünyasının alimleri, aydınları ve düşünürlerinin rolü, eşsiz ve çok önemli bir yer tutmaktadır.
İslam Medeniyetinin Yeniden İnşası Aşamaları İçinde Havza
Bugün, ilim havzalarının yönelimi İslam medeniyetinin yeniden inşasına yönelmiştir ve İslam öğretisi de bu kapasiteye sahiptir; ancak bu medeniyetin inşası zorlu bir süreçtir. Gerçekten de, insanlığın tüm ürünlerine akılcı ve dikkatli bir şekilde yaklaşarak, hepsini bir çerçeveye ve düzenli bir ilahi sisteme yerleştirecek yeni bir medeniyetin temellerini atmak zaman alıcı, zorlayıcı ve hassas bir iştir. Bunun için büyük bir çaba gerekmektedir. Medeniyet inşasının temelleri ilim havzalarından kaynaklanmalı ve bu konuda ilim havzalarının önemli rolünün yanında üniversiteler ve çeşitli kurumlar da bu yaklaşımı benimseyerek sahneye çıkmalıdır.
Genel bir bakış açısıyla, İslam medeniyeti inşasına yönelik hareketi iki ana bölüme ayırmak mümkündür:
1. Dini Öğretilerin Keşfi ve Dini Bilgi Sisteminin Oluşturulması
İlk aşama, medeniyet inşasının temel ve altyapı kısmını oluşturur ve burada dini düşünceler dini kaynaklardan çıkarılmalı, keşfedilmeli ve düzenlenmelidir. Bu süreç, dini bilgilerin oluşturulacağı bir sistemin temellerini atmaya olanak sağlar. Diğer bir deyişle, İslam Peygamberi (s.a.a) ve Ehl-i Beyt (a.s) bu önemli dönemde bilimsel, kültürel ve entelektüel bir hareketin örneği, simgesi ve lideridirler. Onların parlak fikirleri ve öğretileri sayesinde dünya bilimi, ahlakı ve kültürü aydınlanmış ve aydınlatılmıştır. İslam dünyasındaki ilim havzaları, bilim üretimi ve yenilik için İslami temeller üzerine bilimsel bir harekete öncülük etme yolunda, imamet ve liderlik sisteminin güneşlerini yeniden keşfetmeye ihtiyaç duymaktadır. Dini öğretiler, felsefi, ahlaki ve fıkhi alanlarda çıkartılmalı ve dinin farklı sorulara bakış açılarını belirleyerek bu öğretiler tutarlı bir sistem halinde birleştirilmelidir. Bu sistemin tasarımı, Şehit Sadr gibi büyüklerin öncülük ettiği tamamen ilim havzalarına ait bir iştir ve bu kurumda gerçekleştirilmelidir.
2. Dinin Sistematik Öğretilerinin Bütün Hayat Alanlarına Nüfuz Etmesi
Medeniyetin inşasında ikinci büyük aşama, dinin sistematik öğretilerinin insan hayatının her alanına nüfuz etmesidir. Bu aşamada, ilim havzalarının yanı sıra, ülkenin söz sahibi kurumları da bu konuda net bir anlayışa sahip olmalı ve üniversite de kendi rolünü bilerek bu sürece katılmalıdır. Bu aşama o kadar önemlidir ki, bu aşamadan geçilmeden medeniyetin şekillenmesi mümkün değildir. Bu durum, diğer tüm medeniyetler için de geçerlidir. Örneğin, yaklaşık dört yüz yıl önce Batı’da Batı medeniyetinin inşası için yeni bir hareket başlatılmıştır. Bu hareket, bir yandan felsefe, sosyal bilimler ve temel bilimler gibi alanlarda Batılı bakış açısıyla hızla ve yoğun bir şekilde bilim üretmiş ve bir düşünce sistemi oluşturulmuştur; diğer yandan bu düşünce sistemi topluma ve halkın hayatına girmiş ve giderek tüm düşünsel akımlara dahil olmuştur. Bu düşünceler, insan hayatının temel yapı taşı olmuş ve o zamandan bu yana hem hayatın altyapısında (donanım) hem de yaşam biçiminde (yazılım) belirginleşmiştir. Örneğin, Batı’nın bu medeniyet yansıması, mimarlık gibi alanlarda ve yaşam tarzlarında açıkça görülmektedir ve bu etki, sosyal bilimlerden temel bilimlere, mühendislik bilimlerine kadar uzanmıştır.
İslam medeniyetinin yeniden inşasında da benzer bir süreç geçerlidir; yani tüm yaşam donanımları ve yazılımları, İslam’ın temel bakış açısının etkisi altına girmelidir ki İslam medeniyetinin temelleri atılabilsin. Bu sebeple İslam medeniyetinin inşası, zaman alıcı ve çok kapsamlı bir süreçtir ve yalnızca havza, üniversite ve ülke yönetim organlarının işbirliğiyle gerçekleştirilebilir.
İslam İlimleri alanlarının kapasiteleri göz önünde bulundurulduğunda, dünyanın her yerinde İslam Medeniyetinin yeniden doğmasını beklemek mümkündür. Elbette yeni gelişmeler, bilgi patlaması, modern dünyanın artan tehlikeleri ve uluslararası değişim, alimi kendi özgünlüğünü koruyarak, eski ve değerli geleneklerini ve mirasını savunurken, yeni deneyimler kazanma, yeni yöntemlerden yararlanma ve sistemli bir şekilde kendini yenileme ve geliştirme konusunda adımlar atmaya zorlamaktadır. Alim, kendini yeni alanlarda yer almak, yeni sorulara cevaplar vermek ve her alanda etkili bir bilimsel ve kültürel rol üstlenmek için hazırlamalıdır. Aslında, düşünsel rekabet, küresel fırsatlar ve tehditler ile uluslararası isteklilik ve hazırlık, alimlerin küresel planlama ve bilimsel rekabetin yanı sıra kültürel etki üretme konusunda daha fazla hazırlıklı olmalarını teşvik etmektedir.
İslam Medeniyetinin İnşası Alanında Alimlerin Görevleri
İslam medeniyetinin inşası yolunda başarılı olabilmek için alimler çeşitli görevleri yerine getirmelidirler. Bu görevler, alimin farklı alanlarda takibi gereken sorumluluklar anlamına gelmektedir. Aşağıda alimlerin bu çeşitli alanlardaki görevlerinden bazılarına kısaca değinilmiştir:
1. Eğitimsel ve Ahlaki Rol
Ruhaniyet ve ilim okulları, tarihi rehberlik çizgisinin mirasçıları ve insanlığın mutluluğunu sağlamak için kalp atışıdır. Dünyadaki insanları, inançsal ve dini bir yolda yönlendirerek gelişim ve olgunlaşmalarına yardımcı olmalıdırlar. İlmi faaliyetlerin merkezi, ana odağı ve temel ideali, temiz ruhların, örnek insanlarının ve erdemli alimlerin yetiştirilmesi ve insanlığa rehberlik etmektir. Gerçekten de ilmi okulların yüce hedefi yalnızca öğretim ve öğrenme ile sınırlı değildir, aynı zamanda İslami eğitim, ahlaki tezkiye, öğrencileri erdemlerle donatmak ve yüksek manevi değerlerle ahlaklarını aydınlatmayı da içerir. Bu yüce idealler ve yüksek zirveler, tarih boyunca dini okullara, kendilerini arındırmış ve seçkin insanları cezbetmiştir. Okullarda yetişen ve eğitim alanlar, yüksek ve ilahi bir motivasyonla, tüm dünyada bilgi ve hikmeti yaymak, İslam’ı genişletmek, ahlakı tamamlamak, ruhları arındırmak ve dinin hakimiyetini sağlamak için büyük ve takdire şayan adımlar atmış ve bu yolda tüm zorlukları, acıları ve sıkıntıları göğüslemişlerdir.
Özellikle günümüzde, çağdaş koşullar ve İslam medeniyetinin hedefleri doğrultusunda değerlere bağlı ve uzman insanları yetiştirmek çok önemlidir. Bu gereklilik, bir yandan İslam medeniyetinin yüce amaçları ve Müslümanlar arasında birlikteliğin önemiyle bağlantılıdır, diğer yandan Batı medeniyetinin, sömürgeci hedeflere ulaşmak için Batı ideallerine inanan insanlardan yararlanma amacını da göz önünde bulundurulduğunda, daha da önem kazanmaktadır. Bu bağlamda, ilmi okulların bu misyonlarını yerine getirirken dikkat etmeleri gereken iki önemli nokta şunlardır:
1) İslam Medeniyetinin Yayılması İçin İnsan Gücünün Yetiştirilmesinin Önemi
Müslümanların yeniden yükselmesi ve görkemli İslami devrim ışığında ilmi okullar, köklerine geri dönmeli ve zamanın farkında, özgün İslam ve Şii kültürüne hakim alimler ve uzmanlar yetiştirmelidirler. Şii okullarının değerli geçmişine, İslam ve Şii kültüründe kalıcı izler bırakmış parlak şahsiyetlere ve çeşitli alanlarda etkili olabilecek insan gücünün yetiştirilmesine odaklanmak, ilmi okulların en önemli görevlerinden biridir. İlmi okullar, büyük mirasın ve kutsal velayet kurumunun mirasçıları olarak, dini ve manevi değerlerin korunması ve yüceltilmesi konusunda sorumludurlar. Bu sorumluluk, okulların öğrencilere yüksek bir özveriyle hizmet etmelerini ve onlara bu değerleri aktarmalarını gerektirir. Bu nedenle, İslami ölçütlere ve mevcut geleneklere dayalı olarak talebe yetiştirmek, ilmi okulların en önemli görevlerinden biridir ve bu eğitim, tüm süreçlerin ve işlevlerin ruhu olarak kabul edilmelidir.
2) İslam’ın Düşmanlarının Eğitim ve Yetiştirme Konusuna Özel Dikkati
İslam dünyasının düşmanları, uzun yıllardır uluslararası bir bakış açısıyla insan gücü yetiştirmeye odaklanmışlar ve yıllar hatta on yıllar öncesinden, kendi kültürlerine hakim bilimsel uzmanlar ve profesyoneller yetiştirmek amacıyla büyük adımlar atmışlardır. Özellikle son on yıllarda ve çağdaş yüzyılda, dünyada eğitim ve kültürel faaliyetler, herhangi bir askeri ya da propaganda aracından çok daha fazla nüfuz yaratmıştır. Askeri, propaganda, siyasi ve sosyal araçların kullanımı, her yerde Batı dünyasının düşünce ve kültürüyle eğitilmiş insan gücünün desteğiyle gerçekleşmiştir.
Günümüz dünyasında yaşanan büyük değişimlere bakıldığında, ilim havzalarının misyonlarını ve görevlerini yerine getirmesi son derece zor bir hale gelmiştir. Günümüzde, yalnızca din öğretileri yapmakla kalmayıp, aynı zamanda Şii ilimleri alanlarında uzmanlaşmış, fakih ve düşünürlerin yetiştirilmesi gerekmektedir. Ayrıca çağdaş dönemde dini tebliğ, yalnızca derin düşünsel ve içeriğe sahip bir bilgi birikimi gerektirmekle kalmaz, aynı zamanda yeni teknikler ve yöntemlerle de donanmış olmayı gerektirir.
Bu noktalar, ilim havzalarının yenilikçi bir düşünceye yönlendirmekte ve insan gücü yetiştirme konusundaki ciddi bir planlamaya büyük bir önem vermelerini zorunlu kılmaktadır. Aynı zamanda, bu durum onları İslam medeniyetinin gelişimine katkı sağlama, büyük alimler yetiştirme ve çağdaş dönemin gereklerini yerine getirebilecek şekilde önemli ölçütlere sahip bireyler yetiştirmeye sevk etmektedir.
2 ـ Araştırma ve İctihadî Rolü
Araştırma, düşünce üretimi ve derinlemesine analiz, insanın düşünsel gelişimi ve bilgisinin tüm alanlarda artmasında önemli bir rol oynamaktadır. Dini düşünce de bu kurala tabidir ve İslam’ın özü ile saf İslam anlayışının ve yüce ilahi değerlerin yayılması, sürekli araştırma ve yorulmaz bir inceleme üzerine inşa edilmiştir. İnsanlığın ilerlemesi ve ilahi görevine uygun hareket etmesi, bilgi edinme, araştırma ve bilimsel keşiflerle bağlantılıdır. Bu nedenle, dini ilimler ve bilgiler üzerinde derinlemesine araştırmalar yapmak, dini okulların tarih boyunca yerine getirdiği temel görevlerden biridir ve ilahi düşüncenin devamı ile dini okulların varlığı, bilim üretimi ve yeniden üretimiyle doğrudan ilişkilidir.
İslami kimliğin yeniden canlandırılması ve İslami medeniyetin yeniden inşası, İslam dünyasının bilimsel ve düşünsel sermayesinin artırılmasını gerektirmektedir. Eğer Müslüman ümmet ve İslam ülkeleri bilim üretmezse, İslam medeniyeti ve düşünsel yeniden doğuşu gerçekleşmez ve bilimsel zirvelere ulaşılmaz. Ayrıca günümüz dünyasında milletlerin, ülkelerin ve kültürlerin gücü, düşünce üretimi, araştırma, bilgi üretimi ve bilimsel sınırların genişletilmesiyle ölçülmektedir. Bu nedenle, araştırmanın kapsamını genişletmek ve üniversite ile ilim havzalarında farklı seviyelerde araştırma yapmayı teşvik etmek, küresel toplumun bugünü ve yarını için temel bir ihtiyaçtır. Dini okullar, İslam dinini küresel ölçekte yaymak ve Hz. Mehdi’nin (a.s.) küresel hükümetinin temellerini atmak için her alanda ciddi bir şekilde araştırmalara katılmalı ve bilimsel araştırmalarını bu çerçevede düzenleyerek, vahiy temelli İslami öğretilerle tüm alanlarda teori geliştirmelidir.
İlim havzaları, araştırma alanlarında birkaç ana noktaya dikkat etmelidir:
1) İslam Medeniyetinin Yeniden İnşası için Fıkıh Kapasitesine Dayanma Gerekliliği
İlim havzalarının ana araştırma misyonu, din ve Müslümanlar için kalan değerli mirası anlamak ve üzerine ictihad yapmaktır. Bu, özellikle yeni ortaya çıkan alanlarda dini hükümleri anlamak ve İslami ilimleri yaymak için özel bir öneme sahiptir. Tarih boyunca, ilim havzalarındaki büyüklerin çabalarının önemli bir kısmı bu yolda harcanmıştır. Fıkıh, ilim havzalarının yeni İslam medeniyetinin yükselmesinde ve dini düşüncede sağlam bir yapı inşa etmesinde temel bir faktördür. Şüphesiz Şii fıkhı, dini okulların insanlık yaşamındaki boşlukları doldurabilmesi ve insan hayatını düzenleyebilmesi için büyük bir medeniyet kapasitesine sahiptir.
2) İslam Medeniyetinin Yeniden İnşasında Felsefeden Yararlanma Gerekliliği
Ehl-i Beyt (a.s) öğretilerinde derin bir felsefi düşüncenin varlığı, çağdaş insanın felsefi düşüncelerine ve İslam dünyasına yönelik tüm entelektüel saldırılara karşı bir cevap sunmaktadır. Felsefe, İslam medeniyetini yeniden inşa etmek için ilim havzalarının kullanması gereken bilimlerden biridir. Felsefenin görevi, dini bir tanımlayıcı sistem çıkararak bunu günümüz dünyasına sunmaktır. Bu alanda, ek felsefelerin potansiyelinden en iyi şekilde yararlanılmalıdır. Ek felsefelerin uygulamaları hakkında derin bir bakış açısı gereklidir, çünkü bu alanda yapılan dağınık faaliyetler olsa da henüz istenen seviyeye ulaşılmamıştır.
3) Kur’an Tefsiri ve İlmi Gerekçeler
Kur’an-ı Kerim, İslam dininin insanlık medeniyetinde meydana getirdiği büyük değişimlerin merkezinde yer almaktadır. Yeni İslam medeniyeti, Kur’an’a dayalı, kelamcı ve akılcıydı. İslam medeniyetinin yeniden inşası ve bugünün insanı için yeni ve manevi bir yaşam oluşturulması, Kur’an’a dönüş ve Kur’an kültürüne olan ilgiyle mümkün olacaktır. İran İslam İnkılabı, bu yüksek hedefi belirlemiş ve dünya, bu yeni yaklaşıma umutla bakmaktadır.
4) İslam Medeniyetinin Yeniden İnşasında Diğer İlmi Alanlardan Faydalanmanın Gerekliliği
Kelam ve İslami tasavvuf, İslam’ın ileri düzeydeki ilmi dallarıdır. Ehlibeyt (a.s.) öğretilerindeki derin tasavvufi bilgiler, insanın manevi ve ruhsal ihtiyaçlarına cevaptır. Bu ilimlerin yanı sıra, hadis gibi diğer İslami bilgiler de özel bir öneme sahiptir ve bu manevi ve ilmî hazineler halkla buluşturulursa büyük bir ilgiyle karşılanacaktır.
5) İnsan Bilimlerinde Mevcut Eksikliklerin Giderilmesi Gerekliliği
Batı dünyasında sosyal ve beşeri bilimler çok daha yüksek bir yer tutmaktadır. Yeni Batı medeniyeti, sosyal bilimler ve bu bilimlerin gelişimi üzerine kurulmuştur ve bu bilimler, Batı medeniyetinin anlaşılmasında temel unsurlardan biridir. Maalesef İran’da sosyal bilimler, hak ettiği düzeyde bir konumda değildir ve bu bilimlerle İran İslam kültür ve medeniyeti arasında doğru bir ilişki kurulmamıştır. Bir taraftan, eğitim sisteminde sosyal bilimlere ve beşeri bilimlere yeterince önem verilmelidir, diğer taraftan ise sosyal bilimlerle İran İslam kültürünün düşünsel ve kültürel temellerine uygun bir denge sağlanması için yeterli çaba gösterilmelidir.
3 ـ Sosyal ve Siyasi Rol
Din alimleri, peygamberlerin halefleri ve ümmetlerin rehberleridir. Bu nedenle, toplumların kültürel ve sosyal sorunlarına dikkat etmeli ve halkın kaderine duyarlı bir şekilde, peygamberlerin yöntemine uygun olarak, bilimsel ve manevi yollarla insanlık problemlerini çözmeye çalışmalıdırlar. Tarih boyunca din alimleri, İslam ümmetinin sosyal ve siyasi kaderinde önemli rol oynamışlardır. Şii ilim okullarının parlak evrimsel süreci göz önüne alındığında, İslam ümmetinin kimliğinin bir kısmı bu süreçte şekillenmiştir. İlim havzalarının tarihi incelendiğinde, doğrudan ya da dolaylı olarak siyasete ve sosyal meseleler üzerine müdahaleler olduğu görülmektedir. İlim havzaları, zamanın ve mekânın ihtiyaçlarına ve gereksinimlerine göre çeşitli şekillerde bu alanda rol oynamışlardır.
Bugün de bu ilkeye sadık kalmanın zorunluluğu konusunda şüphe edilemez. İlim havzalarının çeşitli sosyal ve siyasi alanlarda önemli görevleri vardır. Bir yandan, kültürel ve sosyal alanlarda, İslam toplumunun İslam medeniyetine ulaşması için rol oynamalı, diğer yandan çeşitli siyasi alanlarda aktif bir şekilde yer almalı ve sadece siyasi etkilerde bulunmakla kalmayıp, bu alandaki gerekli bilimleri üretmelidirler. Bu doğrultuda, ilim havzalarının toplumda üstlendiği temel sorumlulukları iki ana başlıkta ele alabiliriz:
1 ـ Dini ve İslam toplumunu, İslam dışı kültürlerin saldırılarına karşı savunmak ve İslam medeniyetine doğru bir ilerleyişi sağlamak, aşağıdaki yollarla gerçekleştirilebilir:
a) İslam dışı kelamî ve felsefî düşüncelerle tanışmak;
b) İslam dini hakkında ortaya atılan şüpheleri tanımak;
c) Kafirlerin kültürel ve siyasi planlarını anlamak.
2 ـ İslam topraklarında adaletin sağlanması ve ilahi hükümranlığın, çeşitli siyasi, sosyal ve kültürel alanlarda uygulanması, şu yollarla yapılabilir:
a) Felsefi ve siyasi sistemlerle tanışmak;
b) Çağdaş siyasi akımları anlamak;
c) Siyasi iktidar araçlarını tanımak;
d) Hukuk sistemlerini ve ceza teorilerinin temel ilkelerini bilmek;
e) Toplum yönetimini ilahi velayet esasına dayandırmak.
İlim havzaları, İslam medeniyetini inşa etme yönünde hareket etmek için toplumu ilahi velayet temelinde yönetmelidir. Bu rol, Ehl-i Beyt’in (a.s) temsilcilerinin mutlak otoritesine dayalı olarak şekillendirilmiştir ve Şii düşüncesinde “Velayet-i Fakih” ve “Merciyet” kavramlarıyla özdeşleşmiştir. Şii inancında, fıkıh ve fakih, toplum üzerinde denetim ve velayet yetkisine sahiptir; fıkhın genel denetimi, “Emr-i bi’l-ma’ruf ve Nehy-i ani’l-münker” şeklinde ortaya çıkar ve fakihlerin uzmanlık alanındaki denetimi, müctehid olarak tezahür eder. Ayrıca, velayet denetimi, Velâyet-i Fakih’e verilen bir sorumluluktur.
4. Yayıcı ve Kültürel Rol
Hazreti Âdem’den bugüne kadar sürekli bir tevhidi çizgi oluşturulmuş olup, bu çizgi boyunca peygamberler ve ilahi liderler bu hattı korumuş ve güçlendirmiştir. Peygamberlerden ve onların haleflerinden sonra, din âlimleri bu hattı koruyup yaymaya devam etmişlerdir. Bu süreçte, peygamberler, onların vârisleri ve sonrasında din âlimleri, tevhid inancını yaymak ve genişletmek için çalışmalar yapmışlardır. Bu görev, yaratılışın nihai amacına ulaşana kadar devam edecektir. Bu nedenle ilk aşamada peygamberler, ikinci aşamada İmamlar ve üçüncü aşamada ise dini otoritelerin liderliği, toplumu yönlendirme ve koruma sorumluluğunu üstlenmiştir.
Günümüzde ise din âlimleri ve kurumlar, ilahi bilgiyi ve tevhid düşüncelerini yayma sorumluluğuna sahiptirler. İnsanları, bu manevi hazinelerle, ilahi vahiylerle, İslamî öğretilerin ve Ehl-i Beyt (a.s) okulunun değerli ve gurur verici mirasıyla tanıştırmaları gerekmektedir. Bu öğretiler, çağdaş dünyaya ve insana gerekli olan değerli mesajlar ve mücevherleri barındırmaktadır.
Bu yüzden medrese ve âlimlerin asli görevi Ehli Beyt mektebi inancının yayılması, genişlemesi ve korunmasıdır. Bu görev ancak din alimlerinin iradesinin ve doğru eylemlerinin güçlendirilmesiyle yerine getirilebilir. Tarih de gösteriyor ki, bu saf yol her zaman şeytan ve onun yolunda gidenler tarafından hedef alınmıştır. Bu yolculuk boyunca, üç aşamaya ayrılabilecek olan bu süreçte, her zaman şüphelerin yayılması ve sapmaların yaratılması söz konusu olmuştur.
Daha ayrıntılı olarak açıklamak gerekirse: İlk aşamada, Hazreti Âdem’den başlayıp Peygamber Efendimiz’e (s.a.a) kadar, kötü niyetli insanlar sapmalar yaratmış ve şüpheler yaymıştır. İkinci aşama, Peygamber Efendimiz’den (s.a.a) başlayıp İmam Mehdî’nin (a.f) gaybetine kadar olan süreçtir ve burada da çeşitli gruplar çok sayıda sapma ve şüphe oluşturmuşlardır. Üçüncü aşama ise, İmam Mehdî’nin (a.f) gaybetinden sonraki dönemdir ve bu dönemde de Bahaîlik, Babîlik ve Şeyhîlik gibi yeni mezhepler ortaya çıkmıştır.
Bugünün dünyasında, tebliğin özel bir öneme sahip olduğu açıktır. Bugün, birkaç yüzyıl aradan sonra, insanlık maneviyat ve Allah’la olan ilişki konusunda yeni bir yaklaşım benimsemiştir. Bu geri dönüş, akıl, düşünce ve mantık temellerine ihtiyaç duyar; ve bu temellerin İslam düşüncesinde özel bir şekilde var olduğu hissedilmektedir. Bu ortamda, İslam dünyası ve Şii öğretisinin onurlu okulu, maneviyatı güçlendirme adına çok etkili bir varlık gösterebilir.
Bu durum, Batı dünyasında insanı Allah’tan, maneviyatından ve gayb âleminden uzaklaştırmaya yönelik sayısız bilimsel teori çerçevesinde oluşturulan çabalara rağmen gerçekleşmiştir. Ancak bu çabalar bir sonuç vermemiştir ve bugün insanlık vicdanı, maneviyatı, gayb âlemini ve Allah’la ilişkiyi kabul etmeye hazır durumdadır. İnsanlık, bilim ve modern dünya ile karşılaştığında, maddi ve doğal bilimlerin ve yeni teknolojilerin onu maneviyat ihtiyaçlarından kurtarabileceğini ve böylece dine yer kalmayacağını düşündü. Bu bağlamda, insanı gayb âleminden ve doğaötesinden ayırmak için çeşitli teoriler ve felsefeler ortaya kondu; ancak zamanla, bu yaklaşımların boşluğu ve verimsizliği net bir şekilde ortaya çıkmıştır.
Batı medeniyetinin dinden sapmasının ardından insan, görünürdeki ilerlemelere ve maddi kazançlara rağmen büyük zorluklarla karşı karşıya kalmıştır. Bu nedenle bugün insan, din ve maneviyata geri dönme ihtiyacı hissediyor. İnsanlığın dinden uzaklaşmasının belki de en önemli nedeni akıl, bilgi ve düşünce gereksinimlerinin diğer dinler tarafından karşılanamamasıdır; çünkü bu dinlerin kapasitesi ve derinliği, İslam gibi zengin ve kapsamlı bir dinle kıyaslanamaz. Bu bağlamda, modern insan her zamankinden daha fazla hikmet, bilgi, maneviyat ve yüksek dini ve İslami değerler ihtiyacındadır. Şu an, bu yüce dinin öğretilerini yayma ve tanıtma ihtiyacı, özel bir dönüm noktasında bulunmaktadır.
İslam’ın maneviyat ve irfan anlayışı, İslam dünyasının ve medeniyetinin Batı medeniyetine göre bir ayrıcalığıdır. Bugün, çoğu medeniyet -özellikle Batı ve Doğu medeniyetleri- maneviyat ve özüne dönüş ihtiyacı konusunda ortak bir duygu taşımaktadır; ancak aralarında yaklaşım farkları bulunmaktadır.
Modern Hristiyan uygarlığındaki manevi dönüş, iki ana özellik ile birlikte olmuştur:
1. Akılcı, felsefi ve mantıksal temellerden kopmuş ve daha çok kişisel ve bireysel bir ihtiyaç haline gelmiştir.
2. Bu manevi eğilim, insan hayatının sosyal ve politik alanlarından ayrılmıştır.
Ancak İslam mirasında Hristiyan uygarlığına karşı, tam olarak iki özellik vardır:
1. İslam açısından ve İslam mirasında, manevi olgu akılcı temellere dayanmalıdır ve bu hazırlık, İslam dünyasının felsefi düşüncesinde mevcuttur.
2. Bu maneviyat ve manevi eğilim, hayatın farklı alanlarında görüş ve rehberlik sunan bir din ve şeriat çerçevesinde kendini gösterir.
Bu nedenle, İslam’ın ateist düşüncelere karşı zenginliği ve yeteneği, onları kolayca alt edebilecek düzeydedir. Şüphesiz, insan sevgisi ve peygamberlerin tevhidi misyonu ışığında şekillenen söylemler, insanlık toplumuna yüksek insan haklarını savunma yolunda ilerleme imkânı sunar ve dünya barışı, adalet, özgürlük ve inançsal manevi gelişim için bir zemin oluşturur.
İslam kültürü, akılcı ve mantıklı öğeleriyle diğer kültürler ve medeniyetlerle çatışmaz; ancak mutlak hakla sıkı bir bağ içinde olup, kalıcı temellere, hedeflere ve değerlere sahiptir. Bu nedenle Kur’anî ve Nebevî kültür, belirgin ve sürdürülebilir bir kimliğe sahiptir ve “standart kültür” olarak görülmelidir; tüm diğer kültürler ve medeniyetler kendilerini buna göre değerlendirip yeniden yapılandırmalı ve geliştirmelidir. Bu kültürde hem değişmez ve sarsılmaz değerler bulunur hem de belirli sınırlar içinde, zamanlara, mekanlara ve farklı kültürlere uygun esneklikler ve değişkenlikler öngörülmüştür.
Din alimleri ve ilim havzaları bu alanda iki önemli noktaya özel dikkat göstermelidir:
a) Dünyada Fikirsel ve Kültürel Rekabet Alanında Alimlerin Varoluşunun Gerekliliği
İslami düşünce ve ilim havzaları, her zaman dünya düşünsel dönüşümlerini kabul etmekte gururludur ve yabancı yeni düşüncelere aceleyle karşı çıkmak yerine, bunları inceleyip derinlemesine araştırmışlardır. Eğer faydalıysa, bu düşüncelerden faydalanmış ve eğer zararlıysa, bilimsel bir tartışma ve eleştiriyle onları meydan okumaya almışlardır. Bugün de dünya çapında farklı akımlar bilimsel, düşünsel ve kültürel bir rekabet içindedir. Bu nedenle, ilim havzaları bu alanda bilimsel bir varlık göstermeli ve dini düşüncenin dünya fikir rekabetinde yerini boş bırakmamalıdır. Diğer taraftan İslam İnkılabı, İslam ve Ehli Beyt (a.s.) öğretisinin küresel bir temele dayandığını ve İslami medeniyetin şekillenmesi yönündeki hareketin dünya genelinde sürdüğünü göz önünde bulundurarak, İslami bilimsel kurumların varlığı daha da önemli hale gelmektedir.
b) Amerikan Kültürünün Küreselleşme Tehlikesine Karşı Dikkat Edilmesi
Günümüz dünyasındaki kültür alanını rakipleri ve düşmanları tanımadan yönetmek mümkün değildir. Şu anda, İslami medeniyetin kültür alanındaki en büyük rakibi, Amerika’nın liderliğindeki Batı medeniyetidir. Amerika’nın stratejileri ve uzun vadeli planlarını incelediğimizde, bu ülkenin kültür ve medeniyet üzerinde tam bir egemenlik kurma amacı güttüğü açıkça görülebilir. Bu planın hayata geçirilmesi için birçok düşünür ve bilim insanı, tüm düşünsel ve icra araçlarıyla harekete geçirilmiştir. İlmî okullar ve ülkenin kültürel kurumları, rakip cephenin tam olarak tanınmasıyla bu kültürel saldırıya karşı hazırlıklı olmalı ve ülkenin farklı kültürel alanlarında gerekli korunma önlemleri alınmalıdır.
yorumunuz