Cuma 18 Temmuz 2025 - 13:41
Kızılderililerin Sömürgecilerle Yaptıkları Müzakerelerin Tarihsel İncelemesi ve Korkunç Sonuçları

Havza / Kadın ve Aile Araştırma Enstitüsü öğretim üyesi şöyle dedi: “Sömürgecilerin, Kızılderililere ve Afrikalılara ya da geçmişte Azteklere karşı tutumlarında görüyoruz ki sadece güvenliğe sığınan medeniyetler daha çabuk yok oluyor. Avrupalılar onlara veba veya çiçek virüsü bulaşmış battaniyeler hediye ediyordu.”

Havza Haber Ajansı’nın İslami Beşeri Bilimler Miftah Haber ve Analiz Portalı’na dayandırdığı habere göre, İran İslam Cumhuriyeti ile Siyonist rejim arasında yaşanan topyekûn savaşın ortasında Kadın ve Aile Araştırma Enstitüsü’nün girişimiyle “Kader İçin” başlıklı özel bir analiz programı düzenlendi. Programda son gelişmelerin farklı boyutları ele alındı.

Programda Kadın ve Aile Araştırma Enstitüsü öğretim üyesi Dr. Zehra Davarpanah, son çatışmanın arka planı ve kavramsal katmanları üzerine derinlikli bir analiz sundu.

Oturumun moderatörü:

Bulunduğumuz nokta aslında bir ölçüde öngörülebilir bir aşamaydı; özellikle son aylarda böylesi bir duruma yaklaşmakta olduğumuza dair işaretler görülüyordu. Batı cephesiyle –özellikle Amerika ve İsrail ile– aramızdaki düşmanlığın eninde sonunda bu noktaya varacağı tahmin ediliyordu. Size şunu sormak istiyorum: Uzmanlık alanınızı dikkate alarak, bu olayı ve savaşı hangi açıdan analiz ediyorsunuz ki meseleyi daha derin katmanlarıyla anlayalım ve bu koşulları daha iyi kavramamıza yardımcı olacak perde arkasını görebilelim?

Dr. Zehra Davarpanah:

Bismillahirrahmanirrahim

Size ve bu söyleşi için zaman ayıran değerli katılımcılara selam ve saygılarımı sunuyorum. İnşallah Allah-u Teâlâ Hz. Ebulfazl’in (a.s) bereketiyle bizlere bir basiret ihsan eder de – sizin de buyurduğunuz gibi – olaylar gerçekleşmeden önce onların gizli ve asli katmanlarını daha iyi idrak edebiliriz.

İzin verirseniz sözlerime şöyle başlayayım: Bu, bizim böyle bir durumla ilk karşılaşmamız değil. Sayın Safai’nin bir ifadesi vardır; der ki insanın fıtratında üç temel ihtiyaç yer alır ve insanın pek çok faaliyeti bu üç ihtiyacın ekseninde şekillenir: refah, güvenlik ve özgürlük. Tarihsel olarak medeniyetlere baktığımızda görürüz ki Batı uygarlığı – özellikle son 300-400 yılda – ağırlıklı olarak “refah arayışı” temelinde şekillenmiştir. Belki de postmodern dönemde buna “özgürlük arayışı” da eklenmiştir.

Sömürgecilik tarihine baktığımızda Amerika’ya gelen İngilizlerin şöyle dediğini görürüz: Amerika, “Yeni İsrail”dir. Aynı şekilde Yahudi dinî metinlerinde Kenan diyarının onlara vadedildiği gibi Amerika da “vadedilmiş toprak”tır ve Tanrı’nın takdiri gereği bu toprakları onlar (İngilizler) ele geçirmelidir. Bu insanlar savaşarak topraklar alıyor, kimi zaman zorla, kimi zaman anlaşmalarla, yerli halklara “biraz daha geri çekilin” diyorlardı; ama sonra tekrar ilerliyorlardı. Bir bölgede altın ya da başka bir kaynak keşfedildiğinde tekrar yerli halkları daha da geriye itiyor ve yeni bir sömürge dalgası başlatıyorlardı. Bu süreç; biyolojik savaşlardan (mikrop bulaştırma) tutun da büyük katliamlara kadar her türlü vahşeti içeriyordu.

Bu sonu gelmeyen bir sömürgecilikti ve bugün de aynı modelin bizim üzerimizde tekrar ettiğini görüyoruz. İran, tıpkı büyük bir pars gibi defalarca pençesini ve ayağını toplamak zorunda kaldı; Afganistan’dan, Bahreyn’den, Kafkasya’dan geri çekildi. Ama her defasında sömürgecilik başka bir yerden başını kaldırdı ve tekrar İran’ın karşısına çıktı – çünkü bir yerlerde yeni bir petrol, yeni bir zenginlik veya stratejik bir kaynak keşfedilmişti.

Avrupalı sömürgecilerin Kızılderililere, Afrikalılara ve geçmişte Azteklere karşı sergilediği tutuma baktığımızda şunu görüyoruz: Yalnızca güvenliğe sığınan medeniyetler, daha çabuk yok oluyor. Söylendiğine göre geçmişte Amerika’da 52’den fazla yerli halk bulunuyordu; fakat bugün yalnızca dört etnik grup ayakta kalmış durumda. Bu toplulukların çoğu yok edildi. Avrupalılar onlara çiçek ya da veba mikrobu bulaştırılmış battaniyeler hediye ediyordu. Yerli halk, bu hediyelerden sonra neden ölmeye başladıklarını anlayamıyordu.

Bu süreç bize tanıdık geliyor. Bugün de medya savaşları, biyolojik saldırılar veya ambargo baskıları o eski yöntemlerin modern biçimidir. Tarih boyunca “mutlak güvenlik” ya da “sonsuz refah” için masaya oturanlar, kalıcı olamamıştır.

Asıl soru şudur: Medeniyetimizin başka bir medeniyetin hedefi haline geldiği bu durumda biz ne yapmalıyız? Refah arayışı üzerine kurulu ve doymak bilmeyen Batı uygarlığı hiçbir zaman elindekilerle yetinmedi. Azteklerle sömürgeciler arasında geçen bazı diyaloglar bunu açıkça gösteriyor. Bize aktarıldığına göre, Aztekler şöyle sormuşlardı: “Ne kadar altın istersiniz? Bu altınlar sizi ne zaman doyuracak?” İçlerinden biri şöyle cevap vermişti: “Kalbimizde bir hastalık var, onu yalnızca altınla tedavi edebiliriz.” Aztekler bu sözün anlamını o anda kavrayamamıştı. Ama çok geçmeden bu iştahsızlığın ne anlama geldiğini çok acı bir şekilde öğrendiler; sömürgeciler onları diri diri eritilmiş gümüşle işkence ederek öldürdü ve alayla soruyorlardı: “Şimdi doydunuz mu?”

Biz Kızılderililerle, Afrikalılarla ve zamanında bu açgözlü medeniyetin kurbanı olmuş tüm halklarla aynı saftayız. Çünkü bizim de karşımızda, bu dünyadan payına düşeni yeterli bulmayan bir medeniyet var. Şimdi karar vermeliyiz: Nasıl bir direniş göstereceğiz?

Sayın Safai’nin teolojik yorumuna göre eğer bir kişi bütün çabasını yalnızca refaha, güvenliğe ya da özgürlüğe adarsa –ki bunlar varlığın nihai gerçeklikleri değildir– sonunda bunları da kaybeder. Ama eğer refah yerine “hayrı”, güvenlik yerine “huzuru”, özgürlük yerine “sorumluluğu” hedeflerse o zaman elde ettikleri kalıcı olur.

Bu tartışmada teolojik bir bakış açısına sahip olmak şart değil; basit bir istatistiksel değerlendirme bile bazı gerçekleri görmemize yeter. Asıl mesele bizim ne düşündüğümüz değil, tarih ve deneyimin açıkça gösterdiği bir hakikattir: Aşırı derecede güvenliğine odaklananlar en önce güvenliğini kaybedenler olmuştur.

Bunun en açık örneği ellerinde silah olmayan Kızılderili kabileleridir. Sömürgecilere karşı koyamayacaklarını anlayınca barış anlaşmaları imzalamaya karar verdiler. Ancak bu kararın sonucu ne oldu? Kafatasları ve iskeletleri, yeni kurulan Batı şehirlerinde sokak süslemelerinde ya da bürolarında dekor olarak kullanıldı. Masaya barış için oturan kabile reisleri o şehirlerin süs eşyası hâline getirildi.

Buna karşılık meseleye daha derinlemesine bakanlar şunu fark etti: Güvenlik bir anlaşmayla ya da anlık bir pazarlıkla elde edilemez. Belki de başka bir kavrama yönelmek gerekiyor: İçsel sükûnet ve kararlılık. Dünya, doğası gereği güvensiz bir yerdir; sonu ölümdür ve her an değişime, afete, kuraklığa, salgına açıktır. Kim bu gerçeği içselleştirebilirse muhtemelen güvenliğini daha sağlam kurar; hatta daha fazla refaha ve özgürlüğe de kavuşabilir.

Tarihten biliyoruz ki sömürgeciler Amerika kıtasını ideolojik bir gözle “Yeni İsrail” olarak adlandırıyorlardı. Burasının Tanrı’nın kendilerine vaat ettiği topraklar olduğuna inanıyor, bu bölgeyi Hristiyanlığı yaymak için aldıklarını söylüyorlardı – sanki amaçları bizon avlamak ya da toprak ele geçirmek değilmiş gibi-. Fakat aynı kişiler şunu da açıkça söylüyordu: “Ya Hristiyan olacaksınız ya da sizi yakacağız.” Birçok yerli halk, canını kurtarmak için “Biz Hristiyan olduk” diyordu ama yine de öldürülüyordu.

Amerikalı bazı misyonerlerin anılarında şöyle yazar: “Biz buraya geldiğimizde sizin toprağınız, bizimse sadece kitabımız vardı. Şimdi bizim toprağımız, sizinse sadece kitabınız var.” Günümüzde de durum çok farklı değil. Bir zamanlar elimizde toprak ve güç vardı; şimdi elimizde belgeler, anlaşmalar, sözleşmeler ve Birleşmiş Milletler var – ama toprak elimizden alındı. Dün bahanesi Hristiyanlıktı, bugün bahanesi insan hakları ve uluslararası hukuk. Fakat özde hiçbir şey değişmedi; yine aynı düzenle, yine bizden bir şeyler alınıyor.

Arkadaşlar bu söylediklerimi duyunca sakın beni “Batı düşmanı” sanmasın. Ben bizzat Batı felsefesi okumuş biriyim, hem de Batı’nın güzel ve öğretici yönlerini öğrenme niyetiyle. Ömrümün yarısını öğrenmeye adadım ve hiçbir zaman öğrenmek için diz çökmekten utanmadım. Ben bu Batı sisteminin içinden gelen biriyim. Ama bugün –ve bu, benim için yakın zamanda netleşti– özellikle Lübnan’daki “çağrı cihazlarının patlatılması” olayından sonra artık karşımızda “çağrı cihazları uygarlığı” olduğunu hissediyorum.

O küçük bombaların kadınların, çocukların ve savunmasız insanların ellerinde patladığını gördük. Ama bu bile onlara yetmedi; Netanyahu Trump’a altın bir pager (çağrı cihazı) hediye etti ve Trump da onu büyük bir gururla kabul etti. Biz hâlâ bu insanlarla müzakere masasına oturup şu soruyu soruyoruz: “Acaba Amerika saldıracak mı?” Bu nasıl bir sorudur ki yıllardır zihinlerimizi meşgul ediyor? Ne zaman bu belirsizliği bir kenara bırakacağız?

Sömürgecilerin kendileri bile şöyle diyordu: Bu halklar –Kızılderililer, siyahiler, Meksikalılar– saf ve iyi niyetliydiler. Denizlerden bitkin ve hasta hâlde çıktıklarında yerliler onları evlerinde misafir eder, bakım yaparlardı. Ama bu insanlar iyileştikten sonra o halkların kulağında ve boynundaki altınlara göz dikip arkalarından silahlı gruplar getirip hepsini katlediyorlardı. Bugün biz de aynı şeyi onların karşısında yapıyor değil miyiz? Gerçekten düşünmemiz gerek.

Geçen yıl Muharrem ayında Sayın Feyyazbahş’ın “şehit” üzerine yaptığı bir konuşma beni çok derinden etkiledi. Şöyle diyordu: Şehit, hakikatin şahididir. Hakikati ne kadar derinden anlarsanız o ölçüde şehitsinizdir. Şehitlik illa savaşta ölmek demek değildir; hakikati ararken kurban olan herkes bir şehadet makamındadır. Elbette kim daha çok şehittir, bunu ancak Allah bilir.

Sanırım bizim ulaşmamız gereken makam budur: Artık tereddütten vazgeçtiğimiz bir nokta. Açık konuşmak gerekirse bugün içimden geçen şey şu: Keşke bu mesele birkaç imza, birkaç resmî el sıkışma, birkaç onurlu anlaşmayla bitse, bu savaş sona erse ve sonra 50 yıl ya da 500 yıl boyunca öylece yaşamaya devam etsek. Seçme hakkımız şundan ibaret olsa: Batı ülkelerinde doktor olmak — ki bu da aslında Batı’nın ev içi köleliğinin yeni yüzüyle devamı olur — ve karşılığında dolar maaşı alıp, hayatımızı tarlaların ve fabrikaların eski kölelerinden biraz daha iyi şartlarda sürdürebilsek.... Biz hâlâ bu dünya düzeninin sabit olduğunu sanıyoruz: Evler aynı modelde inşa edilmeli, uçaklar aynı şekilde olmalı, Harvard hâlâ en iyi üniversite, Nobel hâlâ en büyük ödül… Oysa fark etmiyoruz ki bu görünen “istikrar”, bizi cehalet içinde tutuyor. Anlamıyoruz ki onların gözünde biz “Büyük Günah İşleyenler”iz — yani onların ifadesiyle, Tanrı’nın atlarının ve katırlarının bile yok edilmesini emrettiği kavim. İsrail’in bize bakışı tam olarak budur.

Biz hâlâ Netanyahu ya da Trump giderse bir şeyler değişir sanıyoruz; başka biri gelir, belki daha iyidir diye umuyoruz. Ama fark etmiyoruz ki Almanya Başbakanı açıkça şunu söylüyor: İsrail, bizim adımıza bu işi yürütüyor.

Şunu da anlamıyoruz: Onlar bizi “yerli” diye adlandırdığında, bu “bir ağaç, bir tavşan ya da bir yabani ot” demek. “Yerli” olmak, senin taşınabilir, kovulabilir, temizlenebilir, tarıma veya sanayiye uygun hâle getirilebilir bir varlık olman demek. Tıpkı hayvanların ya da bitkilerin yaşam hakkının elinden alınması gibi senin de yaşam hakkın ellerinden alınabilir. İşte bu, bizim bugünkü gerçekliğimizdir.

Çünkü onların gözünde biz “insan” değiliz ki bizim bir söz hakkımız olsun. Postkolonyal düşünürlerin defalarca sorduğu şu soruyu hatırlayalım: “Alt sınıf nasıl konuşabilir?” Onlar bizi “alt” olarak görüyorlar; dolayısıyla bizi muhatap bile almıyorlar. O yüzden ben kalkıp “Bu işi yapmayın” desem de ya da biri çıkıp “Bu yanlış” dese de ya da deliller sunsak da bu onları ilgilendirmiyor. Postkolonyal dönem henüz sona ermiş değil; sadece biz bu hakikati kabullenmek istemiyoruz.

Şehit Seyyid Hasan Nasrallah’ın şu sözü sık sık aklıma gelir: “İsrail, Amerika’nın bu bölgedeki ekonomik projesidir.” Yıllardır bu cümle üzerine düşünüyorum; belki hâlâ tam olarak kavrayabilmiş değilim. Ama bu sözün arkasında ne büyük bir basiret ne derin bir bakış var! Şunu idrak etmek gerekiyor: Amerika, bir medeniyetin temsilcisi ve hâkimidir — öyle bir medeniyet ki arkasında birçok Batılı devleti toplamış. Biz ise öyle bir noktadayız ki bu medeniyetin kurallarına güvenmenin ve ona sırt yaslamanın asla bir sonuca ulaşmayacağını artık anlamalıyız.

Bazen birbirimize şöyle diyoruz: “Sen İngilizce biliyorsun git dünyaya Gazze’yi anlat.” Elbette bu kötü bir söz değil; ama bu da yüzeysel bir yaklaşımdır. Gazze hakkında ne kadar çok içerik üretildi, ne kadar çok haber ve rapor hazırlandı? Ama bugün hâlâ insanlar Gazze’de un kuyruğunda, grup grup öldürülüyor. Hem de öyle bir pervasızlıkla ki sanki avcılar hayvan vurur gibi insan öldürüyorlar — hiçbir utanma, hiçbir duraksama olmadan. Biz hâlâ içimizden diyoruz ki belki bir gün bu yaptıklarından utanırlar, dururlar. Oysa böyle bir gün gelmeyecek.

Bugün din âlimlerinin, düşünürlerin, siyasi önderlerin söylediği senaryolar var: “Sonunda zafer bizim olacak.” Ben bu sözleri içtenlikle doğru buluyorum — sadece ilahî vaade olan imanımdan değil; çünkü biz bu yola en başından beri adalet kaygısıyla çıktık. Afrika için üzülüp bir şey yapmaya çalıştığımız o ilk günden Filistin için bugün döktüğümüz gözyaşına kadar bu çizgi hep aynıydı.

Ama benim sorum şu: Bu kesin zafer vaadinin içinde farklı senaryolar mümkün değil mi? Evet, zafer kesindir. Ama bu zafer çok büyük gözyaşları ve acılarla mı gelecek, yoksa daha az bedelle mi? Bizi o noktaya götürecek pek çok yol var. Ama biz henüz bu dünya için yeni bir model isteme makamına ulaşamadık. Henüz içten içe bu düzenden vazgeçmek istemedik. Alıştığımız konforu, zihinsel kalıpları, yavaşça çürüyen bu yapıyı gerçekten terk etmeye gönlümüz razı değil. İşte bu yüzden hâlâ o büyük dönüşümün eşiğinde duruyoruz — ama adım atmıyoruz.

İnkılabın ilk yıllarında, o dönemin hatıralarını okuduğumuzda ya da İmam ve önderlerin sözlerini gözden geçirdiğimizde anlıyoruz ki o zamanlar hayallerin sofrası kurulmuştu. Onlar İsrail’in yok edilmesini, Kerbela’nın fethedilmesini, dünyanın değişmesini ve adaletle dolmasını arzuluyordu. Biz hâlâ o yüzeysel seviyede kalmış durumdayız.

Bir zamanlar Pakistanlı feministlerin yazdığı bir mektupta gönlüme dokunan şu cümle vardı: “Adalet olmadan barış olmaz.” Güç adil bir şekilde paylaşılmadığı sürece bu şiddet döngüsü devam edecek; bugün Amerika vuruyor, yarın başka biri, ertesi gün başka bir güç.

Biz başka bir dünya hayal etmeliyiz. Ne gelenek gibi, ne modernite gibi, ne de postmodernite gibi bir dünya. Eğer böyle bir arzu ortaya çıkarsa dualarımız bile değişir. Belki zuhur daha yakın olur, belki dünya daha uyumlu hale gelir, belki dünyadaki mağdurlar harekete geçer. Bu günlerde savaşla, ambargoyla ve tehditlerle uğraşırken, aslında her şeyin değişmesi gerektiğini daha iyi anlıyoruz; gençlerimizle, komşu ülkelerle, İslam devletleriyle ilişkilerimiz bile.

Büyük bir zulmün üzerimize geldiğini cesurca söylemek zorundayız. İnsanların üzülmesinden korkabiliriz ama bazen insanların üzülmesi gerekir. Gerçeği inkâr edemeyiz. Gerçeği anladığında artık elin kolun bağlı olduğunu, sığınacak başka yerin kalmadığını görürsün. Huzuru cesaretle harmanlamalı, bunun sebepsiz ve ağır bir acı olduğunu kavramalıyız; ancak bu acının içinden geçmek mümkündür.

Hayallerimizi geçmişe takılıp kalmak yerine, geleceğin büyük hedeflerine yönlendirmeliyiz. Bu ise ancak âlemi, gerçeği olduğu gibi karşılayarak; varlık yasalarının — değişim, ölüm, yok oluşun — kaçınılmaz olduğunu kabul ederek mümkün olur. Bu süreç geciktirilebilir ama tamamen ortadan kaldırılamaz. İşte bu zamanda seçim bizimdir: Bu süreci onurlu ve özgürce mi geçireceğiz yoksa boyun eğmiş ve aşağılanmış mı?

Böyle bir zulüm ilk kez bir topluma yapılmıyor ve son da olmayacak. Güvenlik sağlama ümidiyle taviz veren, medenileşen, anlaşmalar imzalayan, hatta tahrif edilmiş kitapları kabul eden Kızılderili kabilelerini hatırlamak faydalı olur. Sonunda çocuklarının açlığını görmemek için ya intihar ettiler ya da çocuklarını öldürdüler. Bu, bir yerlerden sebepsizce başka birinin hayatını feda ederek kendi yaşam ve refah bedelini ödeyenlerin ilk örneği değildir. Dünya değişmediği sürece son da olmayacaktır.

İnşallah Allah bizlere gerçeği şu anda kavrayabilme, daha yüksek mertebelerde anlamaya devam edebilme ve bugüne kadar ödenen ağır bedelin dönüşü olarak geçmişe dönmek değil; doğru, adil ve hayırlı bir dünyaya doğru ilerlemek nasip etsin.

Ekler

yorumunuz

You are replying to: .
captcha