Havza Haber Ajansı muhabirinin Erdebil’den bildirdiğine göre Ayetullah Ârafî, il gezisi kapsamında Erdebil eyaletine yaptığı ziyarette düzenlenen “Hüseynîler Buluşması” programında şöyle konuştu: “Yüce Allah’a hamd ve şükürler olsun ki bir kez daha bana bu onurlu bölgeye, ilahi idealler yolunda öncü ve fedakâr olan bu eyalete gelme fırsatı nasip etti. Erdebil eyaleti, tarihi Erdebil şehri ve diğer şehirleriyle birlikte İran’ın ilim, edebiyat ve toplumsal gelişim tarihinde köklü bir geçmişe ve uzun bir etkiye sahiptir.”
Tarihî bir bakışla İran ve Ehl-i Beyt (a.s) mektebinin bin yıllık görkemli süreci üzerine konuşan Ayetullah Ârafî şöyle devam etti: “Erdebil, tarih boyunca iniş çıkışlar yaşamış, asırlar boyunca imanını, sevgisini, ilahi ideallerini ve Kerbelâ’nın şehitler efendisine olan bağlılığını korumuş bir eyalettir. Büyük sıkıntılar ve zorluklar çekmesine rağmen her zaman yüce hedefleri uğruna dimdik ayakta kalmıştır.”
İlim Havzaları Genel Müdürü sözlerine şöyle devam etti: “Erdebil, bütün İran’a ışık saçan parlak bir mücevherdir ve İran’ın ilerleme, büyüme ve gelişme sürecinde çok büyük bir paya sahiptir.”
Erdebil’in Hüseynî heyetine hitaben şunları söyledi: “Bu eyalet, tarih boyunca yüksek bir konuma sahip olmuştur; bugün de Allah’ın izniyle aynı yolda ilerlemektedir. Sizler, bu eyalette ilim ve kültür alanında faaliyet gösteren değerli insanlar olarak mutlaka bu köklü ve büyük mirası korumalı, ona yeni parlak sayfalar eklemelisiniz. Aynı zamanda bugünün genç neslini bu tarihî kimlik, ihtişam ve yüce geçmişle tanıştırmalı ve onları gelecekteki büyük dönüşümlerin öncüsü hâline getirmelisiniz.”
Konuşmasının girişinde Ayetullah Ârafî şu noktayı vurguladı: “Sözlerime iki tarihî sahneyle başlamak istiyorum ki hepiniz onlarla yakından tanışıksınız ve bunlara dayanarak bir tarihî dönüşüm gerçekleşmiştir. Bunlardan biri, Hz. Fatımatü’z-Zehra (s.a) validemizin babasının mescidinde, Peygamber Mescidi’nde Fedek Hutbesini okuduğu andır. Hz. Fatıma’nın (s.a) o ateşli konuşmasını, hakkın alevlerini saçan o sözlerini hatırlayalım; o hutbe mescidi sarsmıştı. O hitabe, risalet ve imamet tarihinin en eşsiz ve en göksel hutbelerinden biridir.”
Ayetullah Ârafî sözlerine şöyle devam etti: “Fedek Hutbesi, insanlık için büyük bir mirastır; ilahî ve semavî öğretilerle doludur. Bu hutbe, İslam’ın mantığında kadının yüksek konumunu ve aynı zamanda insanın yüce değerini ortaya koyar. Ancak Peygamber’in kızının o coşkulu hitabesinin heyecanı ve hamaseti, kısa vadede büyük bir dalga oluşturmadı; çünkü toplum olağanüstü bir gaflet ve derin bir uykuya dalmıştı.”
Ayetullah Ârafî şöyle ekledi: “Peygamber’in (s.a.a) vefatından sonraki Medine’nin sosyolojisi, acı verici ve yakıcı bir sosyolojidir. Peygamber’in değerlerinden ve o yüce ideallerden uzaklaşan bir toplum, çok hızlı bir şekilde düşüşe geçti. Öyle ki Fatıma’nın (s.a) sesi, onun haysiyetine dair feryadı ve uyanış çağrısı artık duyulmaz oldu; hakkın sesi Peygamber’in mescidinin bir köşesinde garip ve sönük kaldı. Bu son derece hüzünlü bir sahnedir; zira ilahî öğretilerin bütün hakikatleri Fatıma’nın (s.a) sözlerinde tecelli etti ama toplumun pratiğinde, Medine halkı hakikatten koparak bölünmeye sürüklendi.”
Ayetullah Ârafî şöyle devam etti: “Medine’nin sosyolojisi bize şunu gösterir: Peygamber’den sonra orada az sayıda sapmış bir azınlık ortaya çıktı ve onlar sahneyi ellerine aldılar. Bunun dışında halk birkaç gruba ayrıldı: Bir grup, gerekli basirete sahip değildi; sapkınlık dalgası onları içine çekti. Diğer bir grupsa basiret zayıflığı yüzünden gaflete düştü. Toplumun çoğunluğu, işe yaramaz bir çoğunluğun etkisi altına girdi ve Fatıma (s.a) Peygamber’in mescidinde yalnız kaldı. Bu sahneyi bir düşünün — bu gariplik ve yalnızlık son derece acı vericidir. Eğer biri Peygamber Ehl-i Beyti'nin musibetlerine ağlamak isterse, yalnızca bu tabloyu hatırlaması yeterlidir: Toplumun çoğunluğu korku ve menfaat yoluyla susturuldu; Ali (a.s) bir kenarda, Fatıma (s.a) bir kenarda kaldı; bu iki nur-i pak (selam olsun onlara) inzivaya itilmişti. Bu, son derece hassas ve derin bir sahnedir.”
İlim Havzaları Genel Müdürü sözlerine şöyle devam etti: “İkinci sahne, en hassas ve en dayanılmaz sahnelerden biridir — Aşura günü akşamı. Aşura akşamı, tarihin en acı felaketlerini içinde barındırır. Şehitlerin efendisi kanlar içinde yatmaktadır; büyük yiğitler ve Ehl-i Beyt’in yakınları şehit olmuşlardır; kadınlar ve çocuklar düşmanın esareti altındadır. Ne Mekke’de, ne Medine’de, ne Kufe’de, ne Basra’da, ne de İslam dünyasının herhangi bir yerinde umut ışığı görünmektedir. Bu kanlı akşam, maddi bir bakış açısıyla bakıldığında tamamen umutsuz bir manzaradır.
Ama orada Zeynep (s.a) bir kahraman olarak ortaya çıktı. Bunu özellikle hanımefendiler dikkate almalıdır: Bu üç pak nur — Hatîce, Fatıma ve Zeynep (selam olsun onlara) — hepsinin ortak bir özelliği vardır: Bu üç kadın, İslam ve Şiî tarihinin en karanlık ve en kritik dönüm noktalarında kahramanlık göstermişlerdir. Hatîce, yalnızlık döneminde bayraktarlık yaptı; Fatıma, İslam tarihinin en zor döneminde öncülük etti; Zeynep ise Ehl-i Beyt’in en acı ve mazlum anında sancaktarlık yaptı.
Bu üç pak nur, tarihin dönüm noktalarında tarihi yönlendiren birer aktör oldular. Şimdi bu iki sahneyi — Fedek Hutbesi ve Aşura Akşamı — birlikte düşündüğümüzde, aslında İslam’ın düşmanlarının planı şuydu: Bu olaylarla birlikte bu yol, bu öğreti tamamen tarihten silinsin. Ancak biz, en zor ve en karanlık dönemlerden geçmemize rağmen, bu yolun devam ettiğini gördük.”
Ayetullah Ârafî sözlerine şöyle devam etti: “Bu kutlu yolun devamında dünya milletleri arasında İran milleti, Peygamber Efendimizin (s.a.a) ve Ehl-i Beyt’inin nurlu öğretilerini tarihte yaşatmak ve sürdürmek bakımından seçkin, öncü ve benzersiz bir konuma sahip olmuştur. İran’ın rolü gerçekten istisnaîdir. Bölgedeki büyük milletler, değerli ve onurlu topluluklardır; ancak İran milleti bambaşka bir özelliğe sahiptir. Aziz dostlardan ricam şudur: Lütfen merhum Şehit Murtaza Mutahharî’nin “İslam ve İran’ın Karşılıklı Hizmetleri” adlı kitabını bir kez daha okuyun.”
Ardından şöyle devam etti: “Şehit Mutahharî bu güzel eserinde İran ile İslam’ın, ardından da İran ile Şiîliğin karşılıklı etkileşimini açık biçimde ortaya koymuştur. Gerçekten dikkat çekicidir: İran milleti, yüksek aklı ve açık kalbiyle İslam’ı büyük bir hızla ve coşkuyla kabul etmiş, ardından da Şiîliği benimsemiştir. Dahası yalnızca bu nurlu yolu takip etmekle kalmamış, aynı zamanda onun öncüsü ve rehberi olmuştur. Bilirsiniz ki en büyük düşünürler — hatta Ehl-i Sünnet âlimleri, İslamî ilimlerin büyük yazarları ve edebiyat alanında öne çıkan kişiler — İranlı âlimler sayesinde yetişmiş, ilimler onların eliyle gelişmiş ve ilerlemiştir.”
İlim Havzaları Müdürü, İslam dünyasında ilim merkezlerinin tarihsel oluşumuna değinerek şöyle dedi: “İslam dünyasının ve İran’ın ilahi marifetlere ve Şiîliğin onurlu mektebine doğru ilerleyişinde yaklaşık yirmi tarihsel aşama tespit edilebilir. Bu yirmi büyük dönüşümden birkaçına kısaca değinmek istiyorum. Gaybet-i Suğra döneminde, kökleri İran’a dayanan bir hükümet — Büveyhîler (Âl-i Buye) — ortaya çıktı. Bu hükümet, o dönemin ‘Büyük İran’ topraklarında gelişti. Bu süreçte, o kanlı ve hüzünlü Aşura akşamından doğan İslam ümmeti içinden Büveyhîler yükseldi.
Bu dönemde Bağdat Havzası kuruldu; öyle bir ilim merkeziydi ki İslam dünyasının gidişatını değiştirdi.”
Ayetullah Ârafî sözlerini şöyle sürdürdü: “Şeyh Müfid, Şeyh Tûsî, Seyyit Murtazâ ve Seyyit Razî gibi büyük âlimler — ki bunlar İran ve Irak topraklarından çıkmış, Peygamber ailesine bağlı şahsiyetlerdi — Abbâsî hilafetinin kalbinde öyle bir ilim ve düşünce kurumu temelleri attılar ki İslam dünyasının fikrî dengelerini kökten değiştirdiler.
Şunu bilmek çok ilginçtir: Hicrî 3., 4. ve kısmen 5. yüzyıllarda üç büyük havza — Kum, Rey ve Bağdat — vardı. Bu üç merkez, İslam düşüncesinin ana mihverini oluşturdu ve bir düşünce üçgeni meydana getirerek İslam âleminin entelektüel yapısını değiştirdi.”
Ayetullah Ârafî şöyle devam etti: “Bağdat’ta Şeyh Müfid, Seyyit Murtazâ, Seyyit Razî ve Şeyh Tûsî gibi büyük âlimler vardı; bunların önemli bir kısmı İranlı, bir kısmı da Iraklıydı. Değerli kültür ve ilim öncüleri, Şiî âlimler, Abbâsî halifeliğinin merkezi olan Bağdat’ta öyle bir ilmî ve kültürel etki oluşturdu ki bu şehir neredeyse onların eliyle ilim ve düşünce bakımından fethedildi.
Büveyhîler (Âl-i Buye) hükümeti bu büyük hareketi destekledi ve onun uzantıları Mısır’a, Ezher’e ve oradaki ilmî çevrelere kadar ulaştı. Böylece Şiîlik Mısır’da da kök saldı. Abbâsîlerin siyaset merkezi ve ilmî karargâhı, bütünüyle Ehl-i Beyt’in ilahî öğretilerinin etkisi altına girdi.
Biz öyle bir düşünce mirasına sahibiz ki bugün bile dünyada ona talip çoktur. O dönemde bu manevî öğretiler öylesine güçlü ve yaygın hale geldi ki Şeyh Müfid’in vefatında tarih naklediyor; yüz binden fazla Şiî ve Sünnî onun cenaze törenine katıldı. Düşünün ki Ehl-i Beyt düşmanlığının merkezinde bulunan bu şehir ilim, hikmet ve direniş sayesinde nurlu İslam düşüncesinin kalesine dönüştü.
İlim, marifet, hikmet, cesaret ve direniş dolu bir iradeyle Abbâsîlerin bu kalesi fethedildi ve İran ile Irak’taki ilmî merkezlerde büyük bir dönüşüm meydana geldi. Bu dönemde dindar âlimlerin rehberliğinde ilerleyen devletler ortaya çıktı.”
Ayetullah Ârafî sözlerine şöyle devam etti: “Bir diğer önemli dönem ise Moğol dönemidir. Moğollar, Doğu’nun ve özellikle İslam dünyasının tarihini kökten değiştirdi. Bu istilacı ordu ne küçüğe ne büyüğe acırdı; kütüphaneleri yakar, âlimleri öldürür, İslam ve İran medeniyetine düşmanlık ederdi. Moğollar, tarihimize büyük bir yıkım yaşattı.
Ancak bu karanlık dönemde iki büyük âlimin – biri Irak’tan, biri İran’dan – gayretiyle sahne tamamen değişti. Bu iki büyük isim, Hâce Nasîruddîn Tûsî yani büyük kelamcı, filozof, matematikçi, astronom ve bilge İranlı âlim; diğeri ise Allâme Hillî idi.
Bu iki büyük âlim bir mucize gerçekleştirdiler. Birlikte hareket edip Moğol iktidarının içine nüfuz ettiler. Kültür düşmanı olan bu sistemi akıl, ilim ve hikmetle bir kültür merkezine dönüştürdüler. Ardından Moğol yöneticiler Şiîliği tanıdı ve ona meyletti.
Bu gelişme, bölgede ve İran’da ilahi marifetlerin ve manevî ışığın yayılışında yeni bir dönemi başlattı; büyük bir adım daha atılmış oldu. Benzer dönüşümler, İslam dünyasının ve İran’ın farklı bölgelerinde de yaşanmıştır.”
Uzmanlar Meclisi Başkan Yardımcısı, Safevîler döneminde meydana gelen dönüşümler hakkında şu hatırlatmayı yaptı: “Tarihinizle yakından bağlantılı olan büyük bir dönem vardır ve o dönem Safevîler dönemidir. O dönemde ileriye doğru büyük bir adım, muazzam bir dönüşüm gerçekleşti. Elbette o dönemde meydana gelen her şeyi tamamen onaylıyor değiliz, ancak İran’da şekillenen bu önemli akım ve güç, onun yanında yer alan büyük âlimler ile birleşince, bu siyasî güçle ilmî gücün birleşimi İran, İslam ve bölge tarihinde yeni bir evrim, büyük bir ilerleme meydana getirdi.
İşte bu noktada Yüce Rehberimiz şöyle buyurmuştur: ‘Zengin kültürel birikimiyle, ilim ve irfan merkezi olan, Darü’l-İrşad unvanını hak eden Erdebil bu tarihî dönüşümde İslam’ın evrenselleşmesi ve Ehl-i Beyt düşüncesinin yayılmasında büyük bir paya sahiptir.’
Bu dönüşüm buradan başladı; bu büyük doğuş buradan yükseldi ve nuru her yere yayıldı.”
Anayasayı Koruma Konseyi’nin fakih üyelerinden olan Ayetullah Ârafî şöyle devam etti:
“Değerli kardeşlerim, aziz dostlarım! Bu bin yıllık tarih son derece zorlu ve çetin bir süreçten geçti. İran da Şiilik de İslam da defalarca yenilgiler yaşadı; ağır darbeler aldı. Ancak genel tabloya baktığımızda, bu yolun önemli dönemeçlerden geçerek sürekli ileriye doğru gittiğini görürüz.
Meşrutiyet hareketi, Tütün İsyanı, Petrol Millîleştirme Hareketi ve benzeri olaylardan sonra asıl dönüm noktası İmam Humeynî’nin önderliğindeki inkılap oldu. Ben her zaman şunu söylerim: Eğer önceki olaylar yüz veya iki yüz yılda bir yaşanan dönüm noktaları idiyse, İmam’ın inkılabı ve İran milletinin devrimi bin yıllık bir olaydı. İmam, kendinden önceki tüm çağlardan farklıydı. İmam ve büyüklerimizin öncülüğünde İran milletinin ortaya koyduğu İslam İnkılabı, o bin yıllık evrimlerin hepsinden özsel ve köklü olarak farklıydı.
Bu başarı sadece imamın değil, bu azametli milletin eseriydi. Eğer millet sahneye çıkmasaydı, biz hiçbir şey başaramazdık. Bu iş, milletin; kültür öncülerinin, ilim ve irfan ehlinin, İmam’ın yanında duran ve ondan sonra da Yüce Rehber’in etrafında kenetlenen o fedakâr insanların eseridir.”
Ayetullah Ârafî sözlerini şöyle sürdürdü: “İslam İnkılabı, tüm önceki hareketlerden farklıydı. Bu aziz eyaletin halkı ve İran milletiyle büyük imamımızın gerçekleştirdiği bu görkemli inkılap, köklerini Aşura’dan ve Hz. Fâtımatü’z-Zehrâ’nın (s.a) İslam temelli mesajından alır. İşte bu sebepledir ki neredeyse yarım asırdır dünya İran milletinin yakasından düşmüyor.
Tüm kalbimle sizlere söylüyorum: Direniş… İşte o direniş, tarihin en zorlu iki yılını geride bıraktı. Bu iki yıl adeta bir dünya savaşıydı; bütün küresel güçlerin İslam İnkılabı'nı ve direniş cephesini yere sermek için birleştiği bir dönemdi. Gerçekten de küresel bir savaştı; ellerinde ne varsa özgür milletleri yenmek için kullandılar.
Ama İslâmî Direniş bu iki zorlu yılı da aştı. Allah’ın yardımıyla Hamas da Hizbullah da İslam dünyasındaki direniş kıvılcımları da varlığını sürdürecek ve yoluna devam edecektir.
Tüm bu güçlü, sarsılmaz, eşi benzeri görülmemiş direniş akımı; İran milletinin inkılabının ve İslam İnkılabının yüce tecellilerinden sadece bir parçasıdır.”
İlim Havzaları Genel Müdürü Ayetullah Ârafî şöyle dedi: “On iki günlük Kutsal Savunma’da milletimiz büyük bir sınavdan yüzünün akıyla çıktı. Acı çekmiş, sıkıntılarla yoğrulmuş bir millet; tüm o direnişlerin zorluklarına ve yaşamın sıkıntılarına rağmen meydanın tam ortasında, tüm teçhizatlara sahip düşman karşısında dimdik durdu ve direndi. Biz biliyoruz ki eğer geri adım atsak onlar isterler ki ya Gazze gibi olalım ve kimse bize acımasın ya da tüm haysiyetimizden ve kimliğimizden vazgeçelim. İşte, o geveze Amerikan başkanının sözü budur: ‘Ya baştan ayağa köle ve bağımlı olun ya da yok olun!’ Ama İran dimdik durdu ve köle olmadı.”
Ayetullah Ârafî sözlerine şöyle devam etti: “Uluslararası Al Mustafa Üniversitesi’nde 120 ülkeden gelen öğrenciler eğitim aldı; onlardan biri Şeyh Zekzakî oldu ve çok başka büyük insanlar da yetişti. Dünya da bunu biliyor; burada doğan bu düşüncenin ve bu yüce idealin, hiçbir zora başvurmadan tüm dünyada yankılanacağını biliyor. Bizim ne nükleer silaha ne de güç ve zorbalığa ihtiyacımız var. Sizin Kur’anî mantığınız, Allah’a olan sevginiz, Peygamber’in ailesine ve Kerbelâ’nın efendisine olan aşkınız tüm dünyanın gönlünde karşılık bulmaktadır.”
Ayetullah Ârafî şöyle devam etti: “Genç neslimizin kimliğini elimizden almak, bizi birbirimizden ayırmak ve bizi o yüce ilahî ideallerden uzaklaştırmak istemelerinin sebebi şudur: Bu millet, medeniyet sahibi ve evrensel bir millettir. Dünyaya büyük değerler sunmaktadır ve bunun için hiçbir zor kullanmaya da ihtiyacı yoktur. Mesele tam olarak budur. Zaten kendileri de çok iyi biliyorlar ki eğer bizi serbest bıraksalar, İslam İnkılabı'nın ışığı ve burada dalgalanan Hüseynî aşk, tüm dünyada parlayacaktır. Erdebil’in ve İran’ın Âşurası öylesine güçlü bir şekilde yansımıştır ki binlerce kilometre ötede, ekonomik olarak bizimle hiçbir ortak yanı olmayan ülkelerde bile Tasuâ ve Âşura günlerinde ne büyük bir ihtişamla, ne büyük bir coşku ve sevgiyle matem törenleri düzenleniyor.”
Ayetullah Ârafî sözlerine şöyle devam etti:
“İslâm İnkılâbı ve İslâmî İran, saf ve hakikî bir İslâm medeniyetinin timsalidir. Bu saf medeniyetin nuru, tüm dünyada alıcısını bulmaktadır. Aziz kardeşlerim ve bacılarım! Kahraman Erdebil; Mukaddes Erdebilî gibi büyük simalarla, bizim yüce idealimizin öncüsü olmuş şahsiyetlerle, İslâm dünyasının ve İran’ın parlayan yıldızlarıyla doludur. Biz bu ideallerin üzerinde durmalıyız; çünkü dünya ve ahiret saadetimiz, bu yoldan sapmamamıza bağlıdır. Aldanmayalım ve doğru yolu kararlılıkla sürdürmeye devam edelim.”
İlim Havzaları Genel Müdürü sözlerini şöyle tamamladı: “Değerli kardeşlerim, bugün büyük saldırıların, dev bilimsel ve teknolojik dönüşümlerin yaşandığı bir çağdayız. Karşımızda İran’ı, İslâm’ı ve İslâm İnkılâbı’nı hedef almış azimli rakipler bulunmaktadır. Bu meydanda varlık göstermek; ilim, hikmet, zevk, gençliği tanıma ve yeni nesli doğru biçimde yönlendirme bilgisi gerektirir. Bu da sizlerin omuzlarında bulunan ağır bir sorumluluktur.”
yorumunuz